21.2.12

Yağmur ve hüzün


“Bilmiyorum ne vardı saçlarında?/ Rüzgâr mı delice eserdi/ Gözlerim mi öyle görürdü yoksa?/ Saçlarının her hâli hoşuma giderdi...” (Özdemir Âsâf)
 Arka penceremin karşısında kocaman bir kiraz ağacı var. Her bahar gelin gibi süslenir, takar çiçeklerini başına. Kiraz ağacının bu hâli ilahî bir nağmenin, hâl diliyle söylendiğini hissettiriyor bana.
Zira o nefis çiçekler tek tek dökülmeye başlarken, ağacın esas sahibine yer açılır zihinlerde. Öyle ki, gözler başka bir güzelliğe takılmasın diye çiçekler gider. Ne muazzam bir şey iman dürbünü! “Korkma, bu Allah’ın emridir. O rahimdir, o hakîmdir” düşüncesini, kudret kaleminin mürekkebi tadında nakşediyor zihnime.
Bana öyle geliyor ki, bir çember çizer gibi bu âlemdeki cereyanlar. Her nakış bir gül oyaya doğru uzanırken, her mevsimin ayrı ayrı çeyizlerle, yar-ı maksuda giden bir gelin gibi süslediğini hissederim dünyayı. İşte bu sebepten, çiçeklerin nazlı gelişi ile gamlı gidişini rüzgârda duvağı savrulan gelin gibi seyrederim. Evet gelin gibi: Hem nazlı, hem gamlı… Hem ağlar, hem de en güzellerini giyinerek gider…
Sahi, mevsimin bahar, yaz, sonbahar ya da kış olması fark eder mi insanın temaşası açısından? Elbette hayır… Bu yüzdendir ki, tabiatın şekilden şekle ve renkten renge girişini ayaklarım yerden kesilircesine izlerim. Öyle ki, imkânım olsa bütün yaratılanlara, “Öyle güzel yaratılmışsınız ki, ayağımı yerden kesiyorsunuz. Lütfen, ya siz buraya çıkın ya da beni aşağıya indirin!” demek isterim. Çünkü “Kâinatı nağamatıyla raksa getiren ve hakaikin esrarını ihtizaza veren musika-i İlâhiye hiç durmuyor; mütemadiyen güm güm eder” ifadelerinin belirttiği hakikat, hemen her şey ve yerde mevcut.
Meselâ yağmur… Rahmet ezgisi eşliğinde o nasıl bir raks şölenidir!... “Şıp şıp” diye yüreğin süveydasına inen her bir tanesini, bir meleğin indirdiğini bilmek ve bütün şehrin meleklerle dolduğunu hayal etmek… En sonunda, duâ etmenin o müthiş hazzına erip kendinden geçmek…
Sahi, yağmur yağdığında çocuklar neden sevinç içinde çığlıklar atardı eski zamanlarda. Neden yağmur yağınca evde duramaz, dışarı çıkmak için sabırsızlanırdık? O zamanlar, bütün çocuklar yağmurda ıslanmak pahasına neden sokağa doluşurlardı? Kız çocukları saçları uzasın diye nisan yağmurunu neden beklerlerdi mesela? Öyle ya, “Yağmur yağıyor. Seller akıyor. Arap kızı camdan bakıyor” diye tutturulan şarkı, mazinin hangi tenhasında sönüp kaldı? Yüzümüze değen her damlada, içimizin kıpır kıpır oluşu hani? Nerede tadı, neşesi ve farkı yağmurla beraber havalara uçmak olan çocukluğun sokaktaki adı? Peki ya ellerimizle yağmurun ellerinden tutmaya çalışmalarımız? Dokunamadığımız; ama ıslandıkça avuçlarımız, parmaklarına dokunduğumuzu sandığımız yağmurların güldürdüğü çocukluğumuz, neden şimdilerde sokaklarda yaşamıyor?
Kim bilir, belki de şimdiki annelerin, çocuklarının saçlarına yağmurun değmesine izin vermediğinden kaynaklanıyor. Melekle yağmurun özdeşliğinin zihinlerden silinmesindendir belki de. Yahut da şimdiki çocuklar, yağmurları meleklerin indirdiğinden bihaber yetişiyordur. Duâ vaktinden mi habersiz, temaşa medeniyetinin milenyum nesli?
Bilemiyorum… Bildiğim, “Mestane nukuş-ı suver-i âleme baktık/ Her birini bir özge temaşa ile geçtik” diyen bir temaşa medeniyetinden arta kalan şimdiki neslin çocukları, pencereden izledikleri gibi yağmuru, hayatı da pencerelerden izliyorlar. Mekanik ve ruhsuz oyuncakların arasında, ellerinden tutabilecekleri yanıbaşlarındaki hayatın varlığından habersiz yetişmekteler. 
Bundan olsa gerek, yağmurlar artık hüzün kokuyor her tanesiyle.
Sevindirmiyor kimseyi artık damlaların süzülüşü. “Bu yağmur, bu yağmur, bir gün dinince/ Aynalar yüzümü tanımaz olur” mısralarının içli tınısı titretirken bam telini gönlümün, Hüzün bulaşır yağmurun ellerine.
Bundandır işte, üzgün oluşum… 
Saadet Bayri

Hiç yorum yok: