29.8.07

Sandıksız gelinim ben

Sandık işini oldum olası sevmişimdir. Annemin sandığını kedi gibi gözlerdim. Ne zaman açacak, ben de oturacağım karşısına diye… Sonra o tek tek bohçaları açacak, ben de küçücük ellerimle onları alıp inceleyeceğim. Ha bir de “Bu senin çeyizlerin” dediği zaman da havalara uçacağım. Bu kelimenin ardından da senaryo yazılmaya başlanacak. Çeyizlere tamamen sahip olmak için önce büyüyeceğim, okul bitecek, işim olacak, en son gelin olacağım. Aslında hepsinden önce gelin olmayı hayal ederdim ya neyse. Bana ait bir evim olacak ve şimdi saklanan bu cicilerin hepsini istediğim gibi kullanacağım. Kulağa ve hayallere oldukça hoş geliyor.
Ve her gelin gibi benim de sandığım olacak, içinde harika bohçalarım ve onların içinde de göz nuru, el emeği dantellerimi, ince işlerimi saklayacaktım. Annem sandığı açsın diye ne yalvardığım günler olmuştu. Sandık açılınca duyduğum naftalin kokusu çok hoşuma giderdi. Sanki çok eskilere gidiyormuşum gibi hissederdim. Yalnız çocukluğuma ait kalmadı bu sandık merakı… Şimdilerde, aklıma düştükçe anneme sandık açtırıyorum. Aldığım o tad ise hâlâ aynı...
Şimdi bu kadar sandığı sevip de sandıksız bir ev kurmak, mümkün değil gibi gözüküyor. Ama üzgünüm; benim de dâhil olduğum birçok gelin artık sandık almıyor. Annemizde görünce hoşumuza giderken, bize fuzûlî geliyor. Evin muhtelif yerlerindeki dolaplar bu açığı kapattı bizce.
“Sandıksız gelin olur mu?” diye ortalığı yıkmıştı anneannem evimi gördüğünde. “Tövbe tövbe bir yaşıma daha girdim” derkenki hali, eskiler için sandığın ne kadar önemli olduğunu bir kez daha fark ettirmişti.
Nasıl önemli olmasın ki; yokluk içinde büyüyüp, yokluklarla evlenmişler eskiler. Evlerinde yok denecek kadar az eşyaları varmış. Şimdilerde olduğu gibi nerede aileler bu kadar çok eşya alsın. Ve baba evinden kıza verilen küçük bir sandık. İçinde de geceler boyunca uyumayıp, gaz ocağının ışığında işledikleri kanaviçe ve danteller. Yani bir nev’î yadigâr.
Genç kızlığa ilk adım attıklarında, ellerinde tığları, parmaklarında iplikleri hem işler, hem sohbet ederlermiş. Daha küçük iken zincir çekmeyi öğrenir, metrelerce zincir çekerlermiş. Sonrada en ağır örnekleri yaparken bile zorlanmazlarmış. Ellerine geçen birkaç kuruşla iplik alır, harika motifler çıkarırlarmış ortaya. Ama ne işlemeler. Dudağı ısırtacak büyüklükte danteller, oda takımları, masa örtüleri, karyola örtüsü, kırlentler, görünce şok olduğum perdeler, hepsi el işi.
İşte bu çeyizler bohçalara düzülür, sandıklarda saklanırmış. Bu sebeple sandık deyip geçmemek lâzım... Ne kıymetlidir o sandıklar bilirim ben. Evlendikten sonra da ne işe yararlar. Anahtarları olur meselâ ve saklanacak ne varsa koca ve çocuklardan oralara saklanır. Ve en önemlisi artık evin hanımının bankasıdır sandık. Hazinesi, sırdaşı, her şeyi.
Sandık kültürü şimdilerde yok artık. Teknolojinin olmadığı, zamanın bu kadar hızlı geçmediği dönemlerde yaşayan, babaannelere has bir yaşanmışlık olarak duruyor.
Peki! Şimdilerde neden sandıklar tavan arasında?
Çünkü sandığınız olacaksa içini doldurmanız gerek. Yani çeyiziniz olacak. Öyle hazır şeyler olmayacak bunlar. Her birinde el emeği, göz nuru olacak ki orijinal olsun. Ama dantel, iplik, tığ dediğinizde köşe bucak kaçan kızlarımız varken, bu sandık düzme işi artık tavan arasına kalkmış durumda. Annelerimizin dantel örmediğimiz için yaptığı tehditleri hatırlayınca, neden sandıksız olduğumuz ortaya çıkıyor.
Zaten biraz okumuş olanlar, üniversiteye adım atanlar bu el işi san’atları, dantel işlerini tümden gereksiz sayıyor. Her şeyin kolayını bulduğumuz şu çağda, kültürlü atfedilen kişilere pek yakıştırılmaz çeyiz. Zaman ilerledikçe her şeyin hazırı çıktı ve bu gelenek de tarihe gömülmüş oldu. Şimdi bu işlemeleri başkası da yapsa kızlar hemen: “Aaa bu zamanda dantel mi kullanılır?” diye kesip atıyorlar. Oysa çeyiz, kültürümüzün bir parçası. Gelinlik kızların ellerine değen, gözlerine değen en masum hazineleri.
Ancak bugünlerde annemi yine sandık başına getirince bir şeyi fark ettim. Kızlarımın hatırlayacağı “anne sandıkları” olmayacak. Ve acilen sandık edinmeliyim. Yoksa onlar anane sandığıyla büyüyecekler. Ve bu alışkanlık bizim nesilde devam etmeyecek. Öyleyse kızlar yeniden sandık almaya, çeyiz düzüp kızlarımızla beraber sandık keyfi yapmaya.
Öyleyse her yeni eve bir sandık şart.
saadet bayri

26.8.07

Kırmızı Pabuçlar

Küçük kız çocuğunun bayramı beklemesi gibi bekliyorum seni.
Hani bayram gelmeden önce bir çift kırmızı pabuç alınır ve ondan başka yeni bir şey alacak imkânı yoktur ailesinin. Ve küçük kız çocuğu bayram gününe kadar defalarca ayakkabısını giyer. Sonra her defasında aynanın karşısına geçer, heyecanla bakar ayaklarındaki kırmızı pabuçlarına.
Sonra bayram gecesi başının ucuna koyup uyur, belki defalarca uyanır o ayakkabıya bakar. K
aranlıkta göremese de dokunur, orada mı? diye. Sonra sabah olunca giyer. Ve dünyada ondan daha mutlu biri olmadığını bilir.
Ve gerçekten yoktur ondan daha neşeli, daha sevinçli, daha mutlu bir kız çocuğu.
Çünkü onun kırmızı pabuçları vardır. O neşeyle defalarca ayakkabısına bakar, kirlenmesin diye dikkatli gezer sokaklarda.
İşte tıpkı o küçük kız çocuğu gibiyim bugünlerde.
Sen benim kırmızı pabucumsun.
Ben seni sevmeye kıyamıyorum arada ki fark bu.
Gittiğin günden beri elimde bir takvim her güne bir çizik atıyorum. Geleceğin gün kırmızıyla karalanmış, her gün bakıp bakıp duruyorum sevinçle ve yüreğim ağzıma gelerek. Takvimi başımın ucuna astım. Gece aniden uyanıyorum tekrar bakıyorum ve artık bir gün geçti deyip dünü işaretliyorum.
Geldiğin gün burada bayram olacak.
Ayakkabısını giyen o kız çocuğu olacağım. Dünyadaki en mutlu kız çocuğu hem de. Ve seni hiç ama hiç üzmeyeceğim. Ne istersen yapacağım. Kalbini kirletirsem arada bir, hemen cebimden bir mendil çıkarıp onu sileceğim. Seni hiç ama hiç eskitmeyeceğim. Her akşam ışıklar söndüğünde özenle yerleştireceğim aşkını, kalbimin ilk koyduğum yerine.
Merak etme!
Her şey eskir ama yürek hiç ama hiç eskimez, içindekilerde.
İnan bana.
saadet bayri

15.8.07

yusuf'un gömleği

Bir gömlek düştü hayattan elimize,

Yakub’un gözyaşlarıyla ıslanmıştı ve rengi kırmızıydı.


Aşk sandık önce damlaların sebebini,

Sonra gördük ki, şefkatmiş aşktan daha tesirli.

saadet bayri



12.8.07

Cumhuriyet

"kalbimin orta yerinde bu nasıl bir cumhuriyet.
Senin ki nasıl bir hakimiyet."
Bu şarkı bugünlerde dilime düştü. Harika sözleri var ama bu iki satır çok farklı.
Aşık olduklarımız da böyle değil mi?
Öyle bir kurulurlar ki tahtlarına, emir üstüne emirler yağdırırlar. Biz isyan bilmez köle olarak ne dense yaparız.
Ne kadar doğru bu halimiz tartışılır ama .
Ben hala anlayamadım: bizim olan bu meydanda bu nasıl bir cumhuriyet.
saadet bayri

8.8.07

Kimsesiz Hayat

Hep şikayet edilir durulur: hayat bizi kimsesiz bıraktı.

Yok yok bence; biz hayatı kimsesiz, yapayalnız
ve tek başına

bıraktık.

saadet bayri

Şartsız sevmek

Fildişi kulemden indim aleme bugün.
Gezdim ne var ne yok acib her birşeyin peşinden.

Kimi gördüm ise mejnun olmuş gezer "leyla leyla" deyu... Yine aynı fasıl, leyla aşktan bihaber, bakmıyor ayaklarına bağlı zincire...
Savurmuş aşkı ordan ora pervasız.
Kimi deli olmuş düşmüş dünyanın peşine. Biri kaçar yıllardır, diğeri kovalar ana karnından beri.
Kimi tek kalmış, gökkubbe altında ağlarda ağlar kimsesizliğine.
Yağmur yağmaz diye, niceleri bakmaz olmuş göge, küsmüş. Sanki vermek zorundaymış gimi, yağmuru sema her seferinde.
Anladım ki; maviyi sevmemiz bile damlaları içinmiş.
Zaten biz neyi, kimi şartsız sevmiştik ki...
saadet bayri

Asla ,Asla deme

Ne tuhaf yaşıyoruz ne tuhaf..
Dün "unutmam" dediğimizi bugün hatırlamıyoruz.
"Asla yapmam" dediğimizi bugün yapar oluyoruz.
Hani hiç gitmezdik ya uzak yerlere, bir de bakmışız uzağı yakın eylemişiz.
Asla "asla" demem demiş, hayat yolunda yürümüşüz.
Öyle planlar yapmışız ki, kaderi güldürmüşüz.
O kadar çok güvenmişiz ki "ben" demekten adımızı yazmayı unutmuşuz.
Velhasıl gitmişiz, yitmişiz ve hiç bilmemişiz.
saadet bayri

7.8.07

BUGÜN FARKLI OLUN

Bu sabah yeniden hayata başladınız, sağlam ve hiç bir şeyinizi kaybetmeden. Akşam yatarken; ölümün küçük kardeşi uykuya teslim etmiştiniz ruhunuzu, aklınızı ve benim dediğiniz her şeyinizi. Ama yaşam bir kez daha teslim etti, gün doğarken emanet aldıklarını. Ve akşam olduğunda, güneş eteklerini toplayıp tekrar doğmak için gidince, yeniden isteyecek verdiklerini.Bugün her günkü hâlinizden farklı bir gün yaşamaya karar verin ve gülümseyerek başlayın aynada gördüğünüz kendinize. Ve bilin, onu mutlu ettiğiniz kadar mutlu edersiniz “sevdim” dediğiniz her şeyi.
Bugün kapıdan çıkarken, balkondaki yaşlı amcaya selam verin. Hâlini hatırını sorun “bugün ne kadar iyi görünüyorsunuz” diye bir de iltifat edin. Tebessüm kondurun, yalnızlıktan çökmüş yanaklarına.
Bugün birine şöyle dikkatlice bakıp ne kadar güzel olduğunu söyleyin; ama gerçekten içten söyleyin bunu. İnanmazsa, neden güzel oluğunu ayrıntılarıyla anlatın. Giydiği elbisenin renginden ya da saçının bağlama şeklinden veyahut da en güzeli, gözlerindeki ışıltıdan bahsedin. Bir şekilde onu mutluluktan gülümsetin.
Bugün size nasıl davranılmasını istiyorsanız, öyle davranın herkese. Otobüse binerken, çok sert bir yüzle bakmayın etrafınıza. Hafif, tebessümlü olsun dudaklarınız. Yanına otururken, o genç hanıma “merhaba” demeyi unutmayın.”Çok güzel bir gün değil mi?” diyerek, kitaplarının arasından kaldırırken başını, onu ileride gördüğünüz çam ağaçlarıyla tanıştırın.
Ağlayan bir çocuk görürseniz, eğilip gözyaşlarını silin. Onunla dertleşin, küçük diye sakın hafife almayın. İnanın küçüklerin dünyası, büyüklerinkinden daha büyük. Ve çocukken ne kadar küçük şeyler için ağladığınızı fark edin. Şimdilerde de hâlâ o küçük şeylere ağladığınızı anlamayı ihmal etmeyin.
Hava sıkıcı ve sıcaksa üstelik, aldırmayın; sonuçta görebiliyorsunuz güneşi. Isınabiliyor ve hissedebiliyorsunuz yaşama dair ne var ve ne yoksa her şeyi. Bu sebeple gördüklerinize yeniden bakın ve ilk defa görüyor gibi inceleyin onları. Bugün keşif yolculuğu yapın. Ama önce kendinizden başlayın.
Bugün farklı olun hiç olmadığınız kadar. Otobüsü kaçırdığınız için üzülmeyin mesela. “Olmalı böyle şeyler” diyerek, ailenizle geçirdiğiniz o dakikaları kazanmış sayın günden. Ve ışıltıyla bakın otobüs yoluna.
Bugün bir kitap okuyun en sıkıldığınız anda, hiçbir şey yapamadığınız dakikalarda okuyun ki, ruhunuz nefes alsın. Huzuru satırlar arasında bulmayı öğretin kendinize.
Bugün gözleri görmeyen birine yardım edin. Ellerini tuttuğunuzda, ona acımayın. Ve lütfen ona ne kadar şanslı olduğunu söyleyin. Yüzünüze tuhaf tuhaf bakacaktır, “Bunun neresi şans?” diye. “Olur mu? en azından yürüyorsunuz ve duyuyorsunuz en güzeli konuşuyorsunuz. Ve kulaklarınızla bizim görerek keşfedemediğimiz birçok ayrıntıyı keşfedebiliyorsunuz” dediğinizde, inanın çok; ama çok şaşıracaktır.
Eksiklerinizi görmeyin bugün. Hayatın ne kadar güzel olduğundan, harikalığından, çiçeklerin renginden, kuşların cıvıltısından, esen rüzgârın serinliğinden mutlu olun. Bir de ne kadar çok güzelliğe hiçbir ücret ödemeden sahip olduğunuzu fark edin. Ve bu dünyaya tek başınıza sahiplenmenin keyfini çıkarın.
Aklınızdan silin o kötü anlarınızı. Bugün bir iyilik yapın kendinize ve hep iyi şeyler düşünüp iyi şeylerin hayalini kurun. Bir fincan kahve alıp pencerenin kenarında çocukları izleyin. İp atlayışlarını, evcilik oynamalarını; “Sen anne, ben çocuk olayım” diye annelerini nasıl taklit ettiklerine bakıp keyifli bir sinema izleyin. Arada kendi oyunlarınızı da hatırlayıp tebessüm edin.
Bugün eşinize en sevdiği yemeği pişirin. Eve geldiği zaman, “Hayırdır, unuttuğum özel bir gün mü var ?” diye telaşlanınca, “Bugünü ben özel ilan ettim” diye gülümseyin. Çocukların en çok kızdığınız yaramazlıklarına kızmayın. “Bugün bizimkilerde bir şeyler var” desinler ve bu bir şeyler her gün değişip sürsün.
Bugün uzun zamandır aramadığınız bir arkadaşınıza ya da aile dostunuza mesaj atın. “Uzaklıların, ayrılıkların sözde olduğunu ve mesafeler uzadıkça, gerçek dostluklar ortaya çıktığını” anlatsın sözleriniz. Belki bu mesaj hatırına o da güne, yaşama ve sevdiklerine güzel bakar…
Monoton ya da eğlenceli geçmesi elinizde aslında hayatın. Ve bakışlarınızda gizli. Siz nasıl bakarsanız, yaşam öyle görünür; siz nasıl isterseniz, hayat öyle sunar güzel ya da çirkinliklerini. Hadi bir kenara bırakıp sıradanlıkları ve dahi kötü olan ne varsa her şeyi…
Mesela bugün söz verin kedinize, her ne olursa olsun umudu kaybetmeyeceğim, diye. Dua edin bugün. “Vermek istemeseydi, istemek vermezdi” sırrını hissede hissede yaratıcınıza yönelin tüm saflığınızla… Önce kendinize, sonra hiç tanımadığınız kişilere; yani bütün insanlara sunun iyi dileklerinizi.
Ve bugün yıldızlara bakarken, bir hayal kurun. Çok imkânsız da olsa, siz yine kurun. Unutmayın hayalleri yaşatır insanları.
Bugün her nefes aldığınızda bir kez daha şükredin: yaşam size ne çok şey bağışlamış diye…
saadet bayri

Umut"sûz" düşünceler

Öylesine yaşayıp geçiyoruz bu dünya hânından.
Neler olmuş, neler bitmiş; bizi pek ilgilendirmiyor.
Sabah olup uyanmışız ya da akşam olmuş uyumuşuz. Bir öncekinin benzeri şeyler ve ne biz, ne yaptıklarımız değişiyor. Her şey aynılığıyla bekliyor yaşamın köşe başında.
Mutluluk unutulmuş bir his. Kimdi, nasıldı, ne zaman, ne şekilde gelirdi hatırlamıyoruz. Ve çoğunluğun derdi gelip bizi de bulmuş: Öylesine yaşamak. Bu durum hayatımızın gemisini alabora etmiş en sakin sularda. Ne kulaç atmaya takat var, ne yardım istemeye…
“Kaderim bu” deyip ölümün ya da başka bir şeyin kapıya dayanmasını bekleyip duruyoruz. Böyle olunca da yaşamış olmak için yaşanıyor.
Sabah erken kalkılıp birkaç parça ekmek yendikten sonra durağa gidilip otobüs bekleniyor. Tıklım tıklım gelen otobüse kocaman bir sıkıntıyla biniliyor. İşe ya da okula gidilince, oradaki yüzler de bizimkiler gibi. Akşama kadar “O ne yaptı, bu ne dedi. Neden böyle baktı, neden öyle güldü” derken, bir kat daha artıyor yükümüz. Kendimizinkini taşıyamazken, başkalarının hüznünü yüklenip geliyoruz. Akşam ışıkları kapayıp uçsuz bir yola çıkarak uçurum arıyoruz.
Hep kahır, hep kahır hâlimiz.
Belki de artık kimse kendini ciddiye almıyor, bu nedenle umut etmeyi unuttuk.
Yarınlarda yaşama hâli, başkalarının hayatlarına özenme durumları, kendini ve elindekileri beğenmeme, birilerinin eleştiri ve söylediklerine takılıp kalma çoğumuzu duygusal olarak fakirleştirdi.
Oysa insanı yaşatan, kendiyle barışık olması ve elindekilerle yetinmesiydi. Eksikliklerini sayarken, kendinden daha az şeye sahip olanlara bakmalıydı. Yoksa yaşamak tahminimizden daha çok güçleşirdi.
Öyle de oldu!
Bir ayakkabısı olan, birkaç tane ayakkabısı olanı gördükçe iç geçirdi. Ancak ayakkabı giyemeyecek olan ve dualarında “Allah’ım hiç ayakkabım olmasın; ama yürüyebileyim” diye dua eden, henüz ilkokul öğrencisi olan o çocuğun sesini duymadı. Ve hep şikâyet edildi, olan olmayan ne varsa her şeye…
Anlayamadık, ayakkabı giyebilecek durumdaysak, istediğimiz ayakkabıyı elbet alırdık ve alabilmek bir umuttu. Sanırım bizler umudumuzu da kaybettik, bu keşmekeşlik içinde. Hayat rüzgârı bir oraya bir buraya savururken; umudun diğer adının beklemek olduğunu anlayamadık. Giderken “geleceğim, bekle” diyen sevgiliyi...
Kazandığımız; ama yıllar sonra bitecek okulumuzu.
Dokuz ay sonra dünyaya gelecek bebeğimizi…
Küçük olmaktan şikâyet edip büyümeyi…
Akşamdan sabaha çıkmayı…
Kışın çok üşüyüp yazı özlemeyi…
Bunların hepsi küçüklü büyüklü bir bekleyiş değil miydi? Ve beklentiler olmasa, nefes almak bu kadar kolay olur muydu acaba? Hayattan bıkmış, yıpranmış, ölümü hayal eden insanları düşününce, beklemenin lezzeti bir kez daha artıyor.
Sahi, umut beklenenin sırtında gelmiyor mu kapımıza?
Umudun diğer bir adı sabır değil miydi?
Bu teknoloji çağında yaşarken, her yeni şey sabrımızı kemirdi. İstediğimiz her şey, bir an önce olsundu tek kaygımız. Zengin olacaksam, hemen şimdi olayım; büyüyeceksem hemen şimdi, sevileceksem neden yarın olsundu ki bu. Sabrımız bir oraya bir buraya dağılmış. “Ah anılar…” diyerek yaşanıp bitenlerin başına göndermiştik bir kısmını. “Yarınlar gelir mi ki?” diye erittik kalanını. Ve şimdide kullanacak sabır kalmadı elimizde.
“Tanrı bir gün peygamberin birine bir sandık hediye eder ve der ki: Bu sandığı sana emanet ediyorum; ama sakın ola ki içini açıp bakmayasın... Tamam der peygamber. Aradan zaman geçer ve peygamberi bir merak sarar, acaba sandıkta ne vardır diye? İçi içini kemirmektedir. Sonunda dayanamaz ve sandığı azıcık aralayıp içine göz atar; ama sandığı aralar aralamaz içinden bir sarı güvercin ve bir mavi güvercin uçuverir. Peygamber son hamleyle sandığı kapatır ve içinde tek bir beyaz güvercin kalır. En sonunda Tanrı yanına gelir, peygamber ettiği hatanın farkındadır, mahcuptur.
Tanrı söyle seslenir: Kaçırdığın o sarı güvercin insanoğlu için sonsuza dek yaşamdı, yani "ölümsüzlük" tü. Kaçırdığın o mavi güvercin sonsuza dek mutluluk, yani "barış"tı.
“Peki” der Peygamber: “İçinde kalan beyaz olanı nedir?” Tanrı cevap verir: “O da sonsuza dek ‘umut’ tur.”
Her ne kadar kurgusal bir izlenim verse de bu hikâyeyi her okuduğumda yüzümde bir tebessüm beliriyor. Bizler umudumuzu o sandıkta unutmuşuz. Sandıktakiler de kapak açılmayana kadar hatırlanmazlar. Bakalım ne zaman eski hatıralar depreşip, sandığın kapağını açacağız?
Haksız mıyım? Ne dersiniz?
Umutlarınızın uçup gitmemesi dileğiyle.
saadet bayri

6.8.07

uyansana kedicik.

ağacın dibinde uyuyakalmış kedicik. o kadar sıcak ki mayışmış. başında bekliyorum tepki vermiyor. yaşıyor mu ? diye şüpheye düşüyorum o kadar sakin uyuyor çünkü. dürtüyorum biraz kalkar gibi oluyor ama hala uykuya devam. "gözlerini merak etmiştim kedicik. hadi arala birazda göreyim."banamısın demiyor, keyfini bozmaya hiç niyeti yok.. ne yapalım. "iyi uykular sana" deyip bir poz alıyorum bu halinden...