11.11.12

Ey kendim! Hazırlan yolculuk var


Yağmurlar bahçede oyun oynayan kızımın saçlarına düşerken, elleriyle saçlarını tutması komik geldi. Arkadaşıyla birlikte ıslanmamak için kahkahalarla koşarken, çocuk olmanın heyecan kokan bir serüven olduğunu fark ettim. Ona öğrettiğim “Yağmur yağıyor –Seller akıyor-Arap kızı camdan bakıyor” şarkısı dilinde, hiçbir şey umurunda değildi. Bu şen şakrak hâlini seyir ederken, alışmış gözlerimin yorgunluğunu hissettim. “Yağmur işte” der gibi bakan gözlerim ve “Çocuk işte diyerek tebessüm eden yüzüm... Birbirinden çok ayrı duygulardan haber veriyordu.

Zamanla büyümekle kalmamıştım. Çocukluğum ellerimden kayıp giderken keyiflendiğim şeylerin adını ve şeklini değiştirmişti. Belki de uzun zamandır alışkanlığın pençesinde kıvranırken rabbim bu yavruyla yeniden mucizelerini fark edip, tanıklık etmem için bir fırsat daha veriyordu.
Usulca kalktım oturduğum banktan. Beni yağmurdan koruyan çardağın şemsiyeliğinden azat edip benliğimi, başımı kaldırmadan avuçlarımı açtım ve birkaç damla yağmur tanesinin ellerimi ıslatmasına izin verdim. Bir tane bir tane daha derken tebessüm ve yorgun bir ruhla gidip banka oturdum. O çocukların ardından koşacak heyecanı bulamadım içimde. Ne zaman bu kadar yorulduğumu düşünmem gerekti ama onuda erteledim.
***
Hızlı yaşamaya alıştığımdan ya da öyle yaşamak zorunda hissettiğimden günlük yaşamın içinde unuttuğum keyifler var. Sabah uyanırken o gün yapılması gerekenlerin listesi uzarken, ilk defa bütün odaları dağınıklığıyla bıraktım o sabah… Oyuncaklar yerde, minderler ters düz edilmiş. Kahvaltı sofrası tezgâhın üzerinde…  Giyinip çıktık erkenden dışarıya… Sonbaharın geldiğini bildiğimizden düşen yapraklarını topladık birkaç ağacın. Birlikte yaprakların sararan ve sarının bin bir rengine bürünmüş hallerini inceledik. Sonbaharın ne demek olduğunu konuştuk. Ellerimizde yapraklarla evin yolunu tuttuk. Evimize misafir ettiğimiz bu yaprakları ise çeşit çeşit renklere boyadık.
Ne zaman bir yaprağa dokunduğumu hatırlamaya çalıştım ama hafızam en ufak bir ipucu vermedi. Anı yaşamanın hayrını düşünüp vazgeçtim kendimi sorgulamaktan. O gün sonbahara “Merhaba” dedim küçük bir hanımla. Onun hayret dolu bakışları, benim yorgun bakışlarıma eşlik edince anladım ki; çocuklar bu yaşamı yeniden keşfetmek için bize verilmiş nimetler. Belki onlar bizim unuttuğumuz çocuk yanımız.
***
Minibüse yetişmek için acele ediyorum. Defalarca saate bakıyor, kıyafetlerini aceleyle giydirmeye çalışıyorum kızımı. Kızım bana bakıp “Yavaş anne yavaş. Sonrakine bineriz” dediğinde, henüz bozulmamış ve hızlanmamış bir fıtratı nasıl hızlandırmaya çalıştığımı gördüm. Bir sonraki minibüse binmekle bir şey kaybetmiş olmazdım. Ama bu kadar aceleyle kızımı hem bedenen, hem ruhen incitebilirdim.
Beklemeyi ve sabretmeyi yeniden öğreniyorum. Ve inanın bu yaştan sonra yavaşlamak çok zor. Sanki her şeye yetişmek zorundayım. Sanki her şey zamanında yapılmalı diye bir kanun var. Sanırım bu telaş ve vakitsizlik ayrıntıları göz ardı etmeme sebep oluyor.
Fıtratıma geri dönüş yolculuğuna başladığım bu günlerde kendime sesleniyorum:
“Ey kendim! Bana hazırlan, sana geliyorum.”
Saadet bayri

Sevmek Samimiyetle Başlar


“Sevmek ölmekle başlar” demiş şâir. Bu sözü söylerken, bir insanı sevmenin zorluğundan mı dem vurmak istemiş, yoksa bir insanı sevmenin tamamen “O” olmakla eş değer olduğunu düşündüğünden mi, bilemiyorum. Ama bana sorarsanız, “Sevmek ölmekle değil, samimiyetle başlar.” Öyle ki; yaptıklarımla, yerine getirdiklerimle ilgili bir durumdur bu.

Samimiyetin temelini ise kişinin kendine olan güveni oluşturur. Yani ne istediğini bilen, hayattan ve çevresindekilerden ne beklediğini anlamış ve kendi sınırlarını belirlemiştir. Bu kesin çizgiler sayesinde misafir olduğu yürekleri incitmez ve onlar tarafından da incinmez. Nitekim Mevlânâ ne güzel söylemiştir: “Bir insan bilmiyorsa ne istediğini, hem seni ziyan eder, hem kendini.”

Ne istediğini bilen insan, hatalarını, eksikliklerini itiraf edebilir. Ve dolayısıyla kendini düzeltme, yenileme ve gelişme şansını da yakalamış olur. Her türlü yanlışın hesabını önce kendinde bulma olgunluğunu gösterdiği için de, kendini yargıladıktan sora başkalarına yönelir. Böyle davrandığı içindir ki, “Kimse beni anlamıyor. Anlamak istemiyor”gibisinden iç huzursuzluğu haber veren cümleler kurmaz. “Herkes istediği kadar koşsun. Beni anlayacak insan, oturduğum yerde de beni bulur (Oğuz Atay)”olgunluğuna erişir.

**

Günümüz sevgilerinin bu kadar yaralı ve arızalı olmasının sebebi biraz da samimiyetsizliğimizden ileri gelmiyor mu? “Ama nişanlı iken böyle değildi”diyen hanımefendi, sevdiği adamın kendisi olmadığından şikâyet ediyor olmasın. Hanımefendiyi çok beğendiği için kendi benliğinden sıyrılıp, kendini beğendirmek için de bambaşka bir kimliğe bürünmek… Kendi olmaktan çekinen; ama başkası olmayı da beceremeyen kişiler, sevdiklerinin hayal kırıklarına bastıkça hem acıtan, hem acınan taraf oluyor. Devamında ise evlilik gibi önemli bir müessesenin kökünü baltalayan tecrübeler.

“Evleninceye kadar kimse tanınmaz.”

“Aynı evi paylaşmayınca kimin ne olduğu bilinmez”

“Aman evlenip, benim gibi başını yakma” cümle kalıpları kalıyor avucumuzda.

Biri hasbelkader tersini iddia edince de “Kim bilir ne derdi var da kapatmaya çalışıyor” diye envaiçeşit kehanetlerde bulunuyoruz. Çünkü bakışlarımızın rotası uzun zamandır samimiyete ayarlı değil.

Sevmek samimiyetle başlar. Ve kendin kalarak olgunlaşır.

“O da tıpkı benim gibi” dediğiniz anda yol arkadaşlığınız başlamış demektir meselâ. Artık “acabalı” cümleler geçmiyordur zihninizden. “Şunu söylesem ne düşünür?” cümle kalıpları kalkmıştır vitrininizden. Geriye “Biliyor musun bugün ne oldu?” diye başlayıp saatlerce devam eden sohbetler kalır. Sevdiklerinizin yanından ayrılırken, ardınızdan sizi üzecek tek bir sözcük gelmeyeceğini bilirsiniz.

Çünkü siz seçmiş ve seçilmişsinizdir. Bu hâlin keyfini ise düşünmeden, planlamadan yapılan paylaşımlarla çıkarırsınız.

Ne mutlu samimiyetini hâlâ diri tutan ve samimî birliktelik yaşayanlara…

(Saadet Bayri)

Babama sorulmayan soru





Babamın hiç duymadığı bu soruyu, kızımın babası başta olmak üzere, birçok baba duymuştur. Bu soruyu duyan babaların ne düşündüğünü ya da nasıl cevapladıklarını bilemem; ama kızımın babası, hayretler içinde, “Bu yasaklı zamanda, bu soru sorulur mu?” demekten alamıyor kendini.


Zaman değişti demiyorum. Ancak kapitalist düzen bizleri çok; ama çok değiştirdi. Tüketim çılgınlığı bir virüs gibi ruhumuza girmiş ve onu kemirmekte; kim bilir önce manevî değerlerimizi sonra ailevî temellerimizi en son çocuklarımızın yarınlarını…
“Hanımınız çalışıyor mu?” sorusu, babamın duymadığı ve sanırım seksen kuşağı olan birçok yaşıtımın da babasının duymadığı soruydu. Kaldı ki, böyle bir soru dinî konularda hassas kesimde asla sorulmaz, çalışan hanımlar ise azınlığı oluşturduğu için pek önemsenmezdi. Çünkü hanımlar dışarıda değil, evde çalışırdı. Bu sebepten olsa gerek, evlerde bereket, eşler arasında huzur, bir de iktisat dediğimiz manevî çimento vardı.
Annem yazın kış hazırlığına başlar, reçel, kurutma, salça ve her türlü sebzeden azar azar buzluğa yerleştirir ve “Kışın bu sebzeleri almak çok pahalı. Bu kadar lezzetli de olmuyor” diye ekler, yorulurken içinde tatlı bir huzur hissederdi. Okuldan eve geldiğim zamanlarsa, annemin sıcacık tebessümünü görürdüm önce kapıda. Devamında ise mis gibi bir koku duyar, sevinçle girdiğim kapıdan yer sofrasına kurulmuş nefis yemekler karşılardı beni. Hayatımın çok eksiği vardı oysa. Altı yamanmış çorabım, büyük iken küçültülmüş elbisem, annemin kendi emeğiyle diktiği etekler ve pijamalar... Ama bu kadar eksikliğin yanında, akşamları kahkahalarla oyunlar oynadığım babam vardı. Ve fırsat buldukça, bana kitaplar okuyan annem… İlkokula giderken, televizyonumuz yoktu; alacak imkânımız da… Ama saatlerce süren çay sohbetimiz ve saatlerce anlattığım sıra arkadaşlarım vardı. Belki de eksikliklerimiz kadar, özlediklerimiz kadar ve alamadıklarımız kadar mutluyduk.
Bayram gelmeden önce bayram hazırlıkları yapılırdı ve en önemli bayram hazırlığı ise alınacak yeni elbisemdi. Orta halli bir evin dört çocuğunun ilki olunca, öyle birkaç tane yeni elbise, birkaç tane ayakkabım yoktu dolabımda. Hoş, dolabım bile yoktu ya… Tokasından çorabına ve elbisesinden ayakkabısına, bayramdan bayrama alınan bayramlıklarım vardı. Günlerce giyip çıkarır, aynanın karşısında kendimi izlerdim. Bayram sabahı ise erkenden kalkar, annemin kınaladığı ellerimi yıkar, bayramlık elbisemi giyer, bayram namazından gelecek babamı beklerdim. O bekleyişteki heyecanı ise bunca yıl geçti, hiçbir şeyin içinde bulamadığımı da itiraf etmek isterim. Dahası, belki de bunun için eski bayramlar hiç; ama hiç unutulmuyordu. Belki de bu sebeple komşuluklar güçlü, aileler de bu kadar küçük şeylerden sarsılmıyordu.
Annem hiç “Keşke çalışsaydım” demedi ve bana da: “Mutlaka oku, eşine muhtaç olma. Ayaklarının üzerinde dur.” diye öğütler vermedi. Annem bana önce eş, sonra anne olmayı öğretti. O biliyordu ki, ne olursam olayım, ömrümün bir ânında eş ve anne olacaktım. Hayatın içinde ne kadar iyi bir eş ve ne kadar iyi bir anne olursam, o kadar mutlu olacak ve o kadar mutlu edecektim. Bunun yanında, bana iktisat etmeyi de öğretti annem. Bir maaşla dört çocuk büyüten annem, şükretmenin ne büyük bir hazine olduğunu fark ettirirken, bunu sözleriyle değil, hayatıyla gösterdi. Aradan otuz yıl geçen evliliklerinin ardından, babam bir kere bile annemin neden çalışmadığını düşünmedi ve annem bir kere bile neden çalışmıyorum diye üzülmedi.
Bakıyorum da, çalışmadığı hâlde, çalışan gelin arayan kayınvalidelere tebessüm ediyorum. Bir de “Ben okuyamadım, bari sen oku” diyen annelere… Sahi, dışarıda ayakları üzerinde durmasını öğütlediğimiz kızlarımıza, evin içinde ayakları üzerinde değil de yürekleri üzerinde durmaları gerektiğini öğütlemeyi unutmuyor muyuz?
“Ben de çalışıyorum. Bana karışamazsın” deyip kapıyı çekip çıkan kadınların sayısı arttıkça, eften püften sebeplerden biten evlilikleri bu mantığın bir sonucu olarak görmeyecek miyiz? Peki bu kadar çok şeye sahip olmak için, bu kadar çok değerden taviz verirken, kazandıklarımız bizi eskisi kadar mutlu etti mi? En önemlisi, çocuklarımızın elinden bayramlarını çalarken, yeni bir kıyafet almanın önem ve heyecanını, yeni bir oyuncağın unutulmaz tadını esirgerken, yarınlarından neler çaldığımızın farkında mıyız?
Bence “Eşiniz çalışıyor mu?” gibi sorular sormadan önce bu tarz sorular sormak daha sağlıklı olacaktır.
Saadet Bayri


Bir çocuk, bir hisse







Kızımla eve dönüyoruz. Yorgun geçen günün ardından, oturduğumuz koltuğa yığılıp kalıyoruz. Kendimizce sohbet halindeyiz. Dışarıdaki insanları, uçan kuşları, kedileri… Gördüğümüz ne varsa, sohbetimizin içine dâhil ediyoruz.


“Kediler neden kuyruğunu sallıyor anne?” “Mutlu oldukları için.” “Neden mutlu olurlar?” “Hoşlarına gittiği için.” “Neden hoşlarına gider?” türünden sorular başladı mı, kurtulmak ne mümkün. Bir ara dalgınlıkla iki soruya da aynı cevabı veriyorum. Üç yaşındaki kızımın dikkatinden kaçmıyor bu durum. “Ama bunu söyledin…” ifadesiyle uyarılıyorum. Küçük bir özrün ardından, daha dikkatliyim soruları cevaplarken.

Derken, “Su ister misin abla?” sesiyle irkiliyorum. Kızım dönüyor ve “Bize su vermek istiyor” dediğinde, bu küçük çocuğa yöneliyor bakışlarım. 7- 8 yaşlarında bir çocuk. Kısa kesilmiş saçları, güneşten kararmış teni ve ışılışıl parlayan gözleri… Sorusunu yineliyor; “Abla lütfen su alır mısın?” Belli ki elindeki suları bitirmeli akşama kadar. Elinde bir koli su şişesi… Eğilip bir tane alıyorum, ücretini öderken siyahlaşmış ellerine değiyor gözlerim.

Ertelenmiş bir çocukluk göz kırpıyor sessizce arkasından. Yaşıtlarının oyun oynadığı bu saatlerde, küçücük elleri ve kocaman yüreğiyle hayatın ona erken yüklediği bir yükü taşıma gayretinde. Koca koca adamlarla söz yarıştırıp, parasını vermeyenlerin peşinden ağlıyor. Hasta bir babası vardı belki. Annesi bu küçük yavrucağın getireceği birkaç kuruşu bekliyor olabilirdi.
Nedense, bir ara tekrar gözüm ilişti bu minik satıcıya. Su şişelerini yere bırakmış, kendisi de yanına diz çökmüş ve kazandığı bozuk paraları yere dizmişoyun oynuyor. Gözlerim nemlenirken tebessüm ettim, “Her ne kadar çok erken yaşta tanısan da hayatı, senin aslın çocuktur yavrum, çocuk…” cümleleri döküldü dilimden.

Başka bir çocuk yanaştı birkaç dakika sonra yanına: “İstersen parasına oynayalım seninle…” Alelacele parasını toplayıp cebine yerleştirdi ve “Olmaz, bu paraları su satarak kazandım ben.” Sonra su şişelerini aldı omuzuna, yeniden başladı bağırmaya: “Su isteyen var mı?”
Bazı zamanlarda önemsemediğim birkaç kuruşun değerini bu çocuğa sorsam, acaba bana nasıl bir hayat dersi verirdi ya da şimdi evinde akşam yemeği için çağrılan ve inatlaşıp gelmeyen veyahut da yemek seçen çocukları sorsaydım, ne derdi?

Bilinmez… Ama her şeyden önce çocuk olduğu bütün cümlelerinden hissedilirdi.
Saadet Bayri