10.4.09

Namahrem Eller

“Desem ki vakitlerden bir Nisan akşamıdır, Rüzgârların en ferahlatıcısı senden esiyor.” Diye devam eder, şair mısralarına.
Baharın ikinci ayına girmişken, zaman koşarak bazen emekleyerek geçse de işte en güzel ayların içindeyiz. Güneş arada bir yüzünü gösterip, kaybolsa da…
Mevsim bir öyle, bir böyle olsa da…
Her şeye rağmen, ufak bir kıvılcım, ısıtıyor içimizi. Ilık ılık bir rüzgâr esiyor ve insan; hem üşüyor, hem değişik duyguların içinde salınıp gidiyor. Aynı mevsim, aynı tarih memleketimin her yerinde yaşansa da, her birimiz için ayrı anlamları çağrıştırıyor. Hele içine sabır damlatılarak veriliyorsa Nisan, o zaman bahar; gurbet yâ da hasret olarak gömüyor, yapraklarını içimize.
****
Derken baharın havasına uyarak bir şeyler duymak istiyor kulaklarım. Bahara dair, Yaratıcının esmasına dair, bu rengârenk, çeşit çeşit güzelliklere bir iltifat edilse, “şöyle içimi bir hoş etse kulağıma değen cümleler” diye geçiriyorum içimden. Bu niyetle dinlemeye koyuluyorum, çevremdekilerin sözlerini. Kulak kabartıyorum, her nefese.
Ama nafile…
Söylenen bütün sözler havada kalıyor. Herkes kendince bir şeyler anlatmaya çalışıyor ama bütün kelimelerin içi boş. Birisi yolda gelirken gördüğü bir insan manzarasını örnek veriyor, “Aman efendim, böyle olur mu hiç?” diye ahkâm kesiyor. Bir diğeri de “Oda bir şey mi? Geçenler de birini gördüm, şaştım kaldım” diyerek, onların, çizdiği modele uymayanların, onlarla tıpatıp benzemeyenlerin suretlerini anlatıp duruyorlar.
Ve birçok kişi sessiz sessiz dinliyor bu söylenenleri. Biri çıkıp ta “Sen garantiledin değil mi arkadaşım bir yerleri? Siretin, suretinden daha mı pak ve temiz ki bu kadar rahat eleştiriyorsun?” diyemiyor…
Hayatı kapalı kapılar ardında yaşayan, günün içine hiç giremeyip, baharın tazeliğini tadamamış bu kişilerin dilindeki cümleler, yüreğime ateş olup düşüyor.
Ve bahar hiç üşütmediği kadar üşütüyor beni.
Oysa “yara yapmadan” tedavi edilmeliydi, insanın manevî yaraları. Ve bir insana şu bahar mevsiminde en iyi gelecek olan söz; kâinatı rengârenk boyayan boyacıyı anlatmak ve çıkıp bütün dağlara, çayırlara “Ey boyacı senin izini, yüzünü görüyorum.” diye haykırmaktı.
Yani şevklendirmek ve şevklenebilmekti aslolan. Birkaç dakika önce aynı yollardan geçmiştik bu insanlarla, onlar sadece hayatın negatifliğini görmüşlerdi. “Bize de bakar mısın?” diyen hiçbir yaprağı, hiçbir çiçeği görmemiş, belki görememişti. Zira bakmak değil, görebilmekti marifet…
Oysa farkında değiliz; çoğu zaman konuşurken açtığımız yaralar, kapatmaya çalıştığımız yaralardan daha büyük oluyor. Ve cenneti garantilemiş olan hallerimiz ise acınacak bir duruma getiriyor her birimizi.
****
Şimdi bir ağaçlara bakıyorum, bir şekilden şekle giren bulutlara…
Ve “Özür dilerim ey mevsim, sizi göremeyen bu gözden. Sizi dile dökemeyen bu dilden. Size pervasızca dokunmaya çalışan bu namahrem ellerden” demekten kendimi alamıyorum.
Saadet Bayri

2.4.09

“Uzaklık” neyi anlatıyordu?

“Kendinin bile ücrasında yaşayan benim için /gidecek yer ne kadar uzak olabilir? Başım açık, saçlarımı ikiye /ortadan ayırdım /kimin ülkesinden geçsem /şakaklarımda dövmeler beni ele verecek /cesur ve onurlu diyecekler /hâlbuki suskun ve kederliyim “ (İsmet Özel – mataramda tuzlu su)
Ve uzar gider her şey. Yolculuğa çıkınca uzak kavramı gelir aklıma. Ayrıldığım yerle varacağım yerin arasında ki mesafeyi hesaplamadan, damlar içime bu fikir.
O kadar ki; yan yana duran evler bile uzaklığı çağrıştırır, çok yakın ama bir o kadar mesafelidirler birbirlerine. Bir yerden ayrılınca, bir daha görememe korkusu düşer zihnime. Bu sebeple her vedada, dikkatlice bakarım sevdiklerimin yüzüne. Onlar anlamaz bu dikkatimin sebebini ama ben her vedâma bir daha görememe hüznünü de eklerim. Ondandır el sallayışlarımın ardından, gözlerimin nemlenmesi. “Yarına senedimiz yok” diyenler, iki saniyesini garantileyip mi söyler bu sözü? Bilinmez.
Ancak bir andan, diğer ana geçmeye senet yokken, her giden bir daha dönmeyebilir diye, iki kere sarılırım vedalarımda. Çocukların diline düşer bazen uzaklık. Onların o masum gözlerinin içine, “taaa” sözcüğü sıkışır ve gitmek çok küçükken gelip yerleşir yüreklerine. Her gün anneyi görüp, babasını akşamları gören bir çocuğa akşam, hayatının en uzağı olur belki de.
***
Uzaklık artık sadece içimizde…
Bundan on- on beş yıl önce uzak denildiğin de çok şey sığsa da bu kelimenin içine, şimdilerde “Uzak diye bir şey yok” diye devam ediyor cümlelerimiz. İnternetin hayatımıza girdiği, hemen hemen her evde en baş sırayı aldığı şu çağda, telefonların fatura hesabı olmadığı şu devirde, uzak kelimesi çıkmış artık hafızamızdan. Ve içimize girmiş uzaklık, hiç fark etmeden.
Mesafeleri aşmış gibi görünsek de, insanın en büyük gurbeti kendinedir kimi zaman. Birçok işin için de koşuştururken, zamanı yakalamak için uğraşırken, teknoloji, yenilik derken kendinden bîhaberliğinin bile farkında olamamak olsa gerek, şimdilerde ki “uzak” kelimesinin tanımı.
Başkalarının hayatını yaşamaktan, hangi hayatı yaşayacağını unutanlar ve neden sonra bir olay veya kişiyle “Ben nerede kaybolmuştum.” Telaşıyla kendini aramaya koyulup, daha çok kaybolanlar; mesafenin değil mesafesizliğin tuzağına düşerler farkında olmadan.
Kişisel gelişim kitaplarının, ekmek gibi satıldığı, hemen hemen tüm gençlerin kısa yoldan hayatı nasıl yakalarım derdiyle meşgul olduğu bu günlerde…
Durup biraz düşünmekte fayda var.
Neredeyim, kime yakın, kimden uzağım.
Saadet Bayri