16.5.12

Kelimelerim Saklandı

Kelamlarımı çürütmek için uzun cümleler kurdular.

Boyları yetişsin diye parmaklarının üzerine bastı

cümleleri

olmadı.

Yazıya döktüler biriktirip taşıyamadıklarını....

 Sadece özlü söz yazabildiler tek kelimelik

efsanelerime.

Suskunluğumu başarı sanıyorlar, oysa artık hiçbir

harfi

haketmiyorlar.

Saadet Bayri

Aşktan öte, evlilik var (mı)





Bugün Pazar…

Uyanmamak için enva-i çeşit bahane bulduğum günleri anımsadım, geçtiğimiz Pazar dışarı çıkınca. Çocukluğumdan kalmadır zira Pazar günlerini sevmeyişim. Hâlâ da aramın iyi olduğu söylenemez. Sebebini bugün bile bilemiyorum. “Bilinçaltı” der psikologlar, bu geçmişten taşıdığımız tuhaf huylarımıza. Ama bana kalırsa, Pazar günüyle olan geçimsizliğim yalnızlıkla olan sıkı dostluğumdan. Tenha olsun isterim ben çıkınca yer, gök… Ve yalnızlık nefesini hissettirsin her an ve her yerde…

***

Pazar günü yapılır genelde düğünler.

Resmi tatil olması, çiftlerin bugünü tercih etmelerinin en önemli sebebidir. Evimde rutin işlerin peşinden koşarken, bir korna sesi yüreğimde tünemiş bütün kuşları havalandırır. O an adı heyecan olan bir koku duyarım. Yıllar geçse de o günün üzerinden, bir özlem nidası değer dilime.

Geçtiğimiz Pazar dostlarla yaptığımız sahil yürüyüşünde, yeni çiftleri görünce gayri ihtiyarî tebessüm yayıldı yüzümüze. “Ne güzel anlardır bu anlar” demekten alamadık kendimizi. “Bitsin şu şenlik görürüm sizi” derken arkadaşım, muzipçe gülüştük.

Evliliği evrelere ayırırken, ne zorlu bir süreçten geçtiğimizi ve nasıl sınandığımızı şaşırarak fark ettim.

Heyecanla alınan eşyalar… Koklanarak seçilen mobilyalar… Dokunarak yerleştirilen el emeği göz nuru çeyizler… Çeyiz yerleştirme işinden sonra defalarca dönüp bakılan hayaller… Kahkahaların çınlayacağı duvarlar ve sevilenin bekleneceği oturma odasındaki perdeler… Bayramda kendisine yeni kıyafet alınmış bir çocuk gibi düğün gününden önce defalarca denenen ve bakılan gelinlik… Başucunda saklanacak son ayakkabılar… Düğün cemiyetinin ardından, içten bir tebessümle bakılan ekran… Yıllarca saklanacak olan resimler ve her bakıldığında içinde binlerce âh saklı tebessümler…

Bunun sebebi şaşaalı anlardan gerçek hayata geçiş olsa gerek. Ama hiçbir şey hayal edildiği kadar kolay ve duygusal değildir. Yani evin hanımı akşama kadar evin işleriyle ilgilenmiş, içine birkaç damla sevgi damlattığı yemeklerden birini yapmış ve huzurla evin beyini beklemektedir. Bey ise akşama kadar yorulmuş ve huzurlu yuvasına doğru gelmekte ve eşini göreceği an için nerede ise koşmaktadır.

Adam kapıyı çalar, hanım gözlerinde sevgi ile kapıda karşıladığı eşinden güzel sözler duymak ister, öyle hayal etmiş ve okumuş, hatta izlemiştir. Adam önce “hoş bulduk” der ve burnuna gelen güzel kokuya dayanamayıp hemen “Ne yemek yaptın harika kokuyor” der. Hanım alınır hemen yemek soran adama; ama hissettirmez. Sofraya oturulur, adam iştahla yer yapılanları, tadını alır sevginin ve “Eline sağlık” cümlesine sığdırır bu kadar çok tadı. Oysa kadın böyle öğrenmemiştir. Farklıdır duymak istediği, beklediği. Yetmez ona hal hatır soruları. Duymaz beyin o gün yaşadıklarını ve görmez ikisi için ne kadar çok yorulduğunu.

Zamanla hanımın içinde kırılır beklentiler. Yeni güne her uyandığında bu kırıklara basar ve kanar ayakları. Ayaklarının acısını hissettikçe, yüreği acır ve dilinden bir cümle dökülür; “Evlilik aşkı öldürüyormuş.”

Sonrasında gelen evlilikler adedince geçimsizlik hikâyeleri.

Sahi aşkın şefkate dönüşümü değil miydi evlilik? Şiddetli tutkunun ve bencilliğin adı olan aşkın, birini kendinden çok sevmekle yer değiştirmesi değil miydi?

Evet, evine vaktinde gelen eşin, gözlerinde sevgi pırıltılarını görmekti şefkat. Gelmeden önce “Bir şey lâzım mı?” diye gelen telefondaki sesten, “Sen benim için çok kıymetlisin” demenin diğer adıydı belki. Oysa haramlar bu kadar çok allanıp pullanıp bize cicili biçili gösterildiği bu zamanda bu sesi duyabilmek çok zor olsa gerek. Elinde ekmek poşeti ile gelen eşini bir buket çiçekle gelirken hayal ederken; Efendimizin (asm) Hz. Hatice’yi kaç kere mum ışığında yemeğe götürdüğünü hatırlamak gerek. Bu yüzden olsa gerek, şimdilerde evlenen her çifte özel duâ ediyorum. Zira haramların kolaylaştırıldığı, helâlin zorlaştığı bu zamanda, tercihini helâlden yana kullanmak öyle kolay olmasa gerek. Ve bu tercihi devam ettirmek ise hepsinden daha müşkül olanı.

Bunu da unutmayalım: Beklentilerimiz sıradanlaşmadıkça, evliliklerimiz huzur vermeyecektir vesselâm.
Saadet Bayri

Geç kalma(ma)k

Kendime geç kalıyorum başka hayatlara yetişmek için saat kurarken. Ben’i duyamıyorum başka benleri dinlemekten. “Biz” olalım derken, ben’i hiçin kollarında eritiyorum umursamadan. Onlarla başladığım bu uzun yolculuğumdan geriye benim olan bir çift ayak izi kalıyor. Geçtiğim yollara geri dönüyorum; kimi nerede kaybettiğimi görmek için. Her ayak izine bakarken “Sende mi?” sesiyle sendeliyorum, ama hiçbir iz düşürmüyor. Yola devam ederken gözyaşlarım savruluyor geriye.
Adını “tecrübe” ile değiştiriyorum bütün kaybettiklerimin.
Ellerim birbirine dokunurken, kim olduğumu fark ediyorum.
Kalabalığın içinde duyabiliyorsam kendi sesimi ve iç sesimin söyledikleri tebessüm ettirebiliyorsa henüz kaybolmamışım demektir. En büyük başarım kaybettiklerimin ardından kazandıklarımdı. Her giden bir tecrübe, bir hatıra ve binlerce soru işareti bırakıyor ardında ve ben bu soru işaretlerinin cevaplarını buldukça, eksilen yanlarımı yamalıyorum.
Sessizliğin sesinin olduğunu düşünüyorum. Ve bunun kişiye özel olduğunu biliyorum. Melodi ve notadan uzak bir ses bu… Gözlerini kapatanların değil, açık tutabilenlerin duyabileceği özel bir ses… Hayatı paylaştıklarımla dinlerken bu sesi, “Sana ihtiyacım yok, tıpkı senin gibi, ama seninle yanyana yürümeye ihtiyacım var” diyorum.
Dostluk değil, yol arkadaşlığı. Şahitlik…
Yalnızlığın şikâyet edilir bir şey olduğuna inanmıyorum. Yalnızlığımın içime yapılmış bir yolculuk olduğunu görebiliyorum. “Ey kendim hazırlan sana geliyorum” derken, kanayan yaralarımı ilk defa fark ediyorum. Tavan arasına saklanan acılarım ve hayal kırıklıklarım dikiliyor karşıma. Uzun bir hesaplaşma başlıyor aramızda. Hiç beklemediğim yerden su aldığımı gördükçe, telâşlanıyorum. Hiç ummadığım kişiler koştukça yardıma, onları daha önce fark etmediğim için kendime kızıyorum.
İçlerinden biri tebessümle “Farkımızı fark etmen içindi diğerleri” diyor.
“O bunu asla söylemez.” cümlesindeki huzuru yaşarken, birine güvenmenin sevgiden önce geldiğini öğreniyorum. Zira bu cümleyi kullandığım kişi veya kişilerin bir gün benden nefret etse dahi güvenimi sarsmayacağını biliyorum. Ve “El-emin” sıfatına dokunduğumu hissediyorum. Sevginin içinde güven, güvenin içinde sevginin olmadığı anları yaşıyorum.
Güvensiz sevginin yaktığını, ama sevgisiz güvenin yakmadığını hissediyorum.
Şair ne güzel söylemiş: Seni seviyorum’dan daha özel bir cümle de var: Sana güveniyorum. Çünkü herkes herkesi sevebiliyor; ama herkese güvenmiyor.
Asla ile kurulan bütün cümlelerim yaşanmışlık olarak dönüyor ve haylaz bir çocuk gibi bozduğum tövbelerin içinden yara bere içinde dönüyorum kendime. Fildişi kulemin en yüksek basamağından avazım çıktığı kadar bağırıyorum:
“Hoşça bak zatına zübde-i âlemsin sen/Merdüm-i dide-i ekvan olan Ademsin sen” (Hoşça bak kendine, âlemin özetisin sen. Kâinatın göz bebeği olan insansın sen.)
(Saadet Bayri)