29.9.07

Ne Desem

Ne desem isminle başlıyorum. Aldığım her nefesin içinde kokun.
Ne yapsam, nere dönsem senden bir parça dağılmış heryere.
Topluyorum.
Ben topladıkça, ardımdan yeniden dağılıyor.
İnsan hayatını ya yok saymalı, ya yaşamaya çalışmalı yarım.
Bir bütünü ayırmak diğerinden mümkün mü?
Öyleyse söküp atayım içimden sana ait herşeyi...
Öleyim yani, yaşamayayım zaten yarım yaşanmaz ki.
saadet bayri


28.9.07

çocukluk


Cesur Görünmeliyim

Çok çesur görünmeye çalışmalıymışım. Yaşam korkakları sevmezmiş. Öyle görünüp kandırmalıymışım.
Beynim hemen kanar, korkuyu unuturmuş.
İyi de, benim söyleyeceğim bütün sözleri biliyor aklım.
Gerçekten cesur olmak varken, neden kendimi kandırayım.
saadet bayri

27.9.07

Sukutum

Bütün sandığım yanlarımın hepsi yarım.
Benim dediğim tüm duygularım, alıp başını gitmiş.
Bu yangından arta kalan;
Sızlayan ellerim, yazamayan kalemim.
Ve bir yanı yanmış resimlerim.
saadet bayri

24.9.07

Gidemiyorum

Ne desem havada asılı kalıyor. Ne ben inanıyorum söylediklerime, ne bir başkası.
Alıp gideyim diyorum kendimi, bıraktıklarım peşimden geliyor.
Herşeyi bırakıp gitmek ne mümkün,
Bütün tarihim peşimde, nereye gitsem hep yanımdalar.
Öyleyse neyi terk edip gideyim şimdi.
saadet bayri

...


"bir kızım olsaydı eğer adını "Havva" koyardım.

Hayat onunla başlasın ve bir adam O'nun uğrunda cennetten tekrar
kovulmayı göze alacak

kadar çok sevsin diye."

Ahmet Savaş

22.9.07

KEŞKE...


Kendini tanımama yanılgısı...

Yanılma şansı vermedik hiç kendimize. Gözümüzün yaşına bakmadan sorguladık her şeyi. En ufak hareketimizi, bakışımızı sözlerimizi… “Bunu neden böyle yaptım? Neden oradaydım? Neden şöyle baktım?” diyerek tükettik anları. Çakışıp durduk kendimizle, karşımızdaki başkasıymış gibi. Bu kadar yakın ve o kadar uzaktık yani. İki yabancı gibi söyleşip durduk hep. Bu yüzden beğenemedik hiç. Her yaptığımız suç, her söylediğimiz yanlış oldu. Keşkelerin sayfasını okumaktan, sabahlara kadar uyumadık. Hep hata yapan, bir türlü doğruyu bulamayan taraf olarak kaldık. Peki, bu kadar suçlu olmanın, eleştirmenin neticesi ne oldu: Kocaman bir hiç!
Her yanlışın ardından doğruyu yapmaya çalışmak yerine, cezalandırdık kendimizi. En büyük ceza ise, vazgeçmek oldu yaşamaktan. Zannettik ki, biz ara verince her şey bizimle beraber durur ve tekrar dönmemizi bekler. Yanıldık; hayat, zaman, gün, saat ve saniyeler koşar adım geçip gittiler. Mevsimler geçti, yıllar birbirine eklendi ve yaşımız, yüzümüz, boyumuz, halimiz o günkü gibi kalmadı; büyüdü büyüdü.
Biz neredeydik, hep aynı yerde. Geçmiş denilen duvarın önünde çömelmiş bekliyorduk. Gelen, geçen kimse görmesin diye elimizle kapamıştık gözlerimizi. Oysa yanıldık, deve kuşu misâli her gelen ve dönen gördü bizi. Sadece biz göremedik, geçerken hayat kapımızın önünden. Sandık ki; böyle beklersek yapılan yanlışlığın, hatanın, eksiğin, kırığın-döküğün hesabı bize sorulmaz. Tamamen aklanır, istediğimiz zaman döneriz kendimize.
Fark etmedik; beklemek daha da hatalı kıldı bizi. Ertelenenler yaşanmadığı zamanda kaldı, tekrar döndüğümüzde uzanıp alamadık. Ve birçok şey yaşanmadan geçti gitti. “Olsun yine de yaşarım ben” deyince de… Yaşamak istediklerimiz birkaç beden küçük geldi ve komik duruma düştük. Bu defada oturup beklediğimiz yılların hesabını sorduk kimi gördüysek. Suçlu tek değildi artık, tanıdığımız kişilerin hepsiydi.
Sorduğumuz soruların cevabı tatmin etmedi. “O zaman öyle gerekiyordu” cevabı yetmedi. Kararlarımızı sorguladıkça, çıkmazlara düştük. Oysa unuttuk; her yaşın kendine yakışan hataları, yanlışları ve kırgınlıkları vardı. İnsan daha büyük yaşlara bu kırıklarıyla ulaşıyordu. Düştükçe düşmemeyi öğrenen, bir yeri acıdığında “Ağlasam mı?” diye annesine bakan küçük bir çocuktu insan. Oysa biz; ne çocuk, ne genç, ne yetişkin hakkı tanımadık. Yıprandıkça yıprandık. Hükümsüz bir kayıp olarak kaldık geçmişin sokaklarında.
İnsanı en çok kendiyle kavgası yorardı. Mükemmel olmaya çalışmak ise, en zoruydu yaşananların. Çünkü insan bir anda mükemmelliğe ulaşamazdı. Bu gayrete düşmek, tıpkı hızlı bir trenin içinden geçerken, dışarıda gördüğümüz çiçekleri koparmak gibi yaralardı.
Kişi hatalarını ve yanlışlarını gülümseyerek karşılamalıydı. Deve kuşu gibi görmemezlikten gelmek değil, görüp bir dahaki sefere yapmama gayretine girmekti doğru olan. Elbet tercihlerimizi yaşardık, ama her tercihimiz doğru olacak diye bir kaide yoktu. Sonuçta Yaratıcı bizleri insan olarak yaratmış, hata ve yanlış yapabilme ihtimaline binaen affedeceğini sürekli hatırlatmıştı. Bu sebeple insan her dönüşünde Mevlânâ’nın sesine kulak verip; “Gel ne olursan ol gel nidasını” duymalıydı.
En suçlu anımızda tutunmalıyız kendimize sımsıkı. Yoksa düşeriz uçurumlardan aşağıya. Paramparça olur elimizde kalan; diğer yarısı hayatın. Her şeyi duymak, her şeyi bilmek, her şeyi görmek mahveder insanı. Unutmak ise akla damlatılmış rahmet damlası.
Oysa insan bazen oraya buraya savrulurdu. Bazen ayrılırdı kendinden dalını terk eden yaprak gibi. Bazen uzaklara sürüklenip giderdi, selin önüne takılan kum tanesi gibi. Ama bu hep böyle kalmazdı. Çünkü hep sert esmezdi rüzgârlar. Tekrar kavuşurdu terk ettim sandıklarına. Bu dönüş hep farklı olurdu; daha bilinçli, daha tanıdık, daha bilge ve daha şefkatli.
Dönüşlerde yerimizde olmamız temennisiyle…
saadet bayri

20.9.07

Gitme desem

Yani sen şimdi diyorsun ki;
Bu kadar yükün altından kalkmak için kaçmak lazım.
Yani bırakıp gitmek, ardına bile bakmamak
Sen şimdi diyorsun ki;
Beklemek insanı küflendirir, yorar
Velhasıl yerden yere vurup paramparça eder.
Yani sen şimdi gidiyor musun?
Onca kurulmuş şeyi, o kadar uğraşı, mücadeleyi
Her şeyi böylece bırakıp, alt üst, darmadağın ve öksüz

Yani beni bir başıma bırakıp bu koca şehirde, gideceksin öyle mi?Demek çok yoruldun, senide alt etti bu yaşam
Onca emeğin karşılığını almak mıydı ki tek dileğin
Oysa her gün bir fırsat daha verilmiyor muydu?
İkimize..“ yeniden” demek için her gün bir şans daha.
Bahçede ki ayrık otlarını temizlemeden mi gideceksin?
Hacı teyzenin iğnesini vurmadan, aşağı fırından pide almadan

Yani sen her şeyi öylece bırakıp, alıp başını gideceksin öyle mi?
Odalar boyanacaktı, geçen akşam karar vermiştik
Oturma odası mavi, mutfak pembe, balkonlar yeşil demiştik
Bu kararı ne zor almıştık.
Ben kırmızı olsun diye diretmiştim.
Sen “olmaz kırmızı değil maviye boyayalım
Deniz ve gökyüzü gibi erişilmez olsun evimiz.
Her odaya girince içimiz açılsın,
Mutluluk renklerin elinde, ucunda olsun” diye kandırmıştın beni.
Gülmüştüm, bu kadar geniş hayal gücüne sahip olman hep heyecanlandırmıştı beni.
Ama şimdi gideceksen ne olacak mavi gökyüzü, deniz ve duvarda uçan kuşlar,

Sen bütün bu beyazları böyle duvarda bırakıp mı gideceksin?
Sahi sen beni bana bırakıp gidiyor musun şimdi?
Hani gördüğüm o kırmızı paltoyu alacaktın bu aybaşında,
"ne de yakışır" demiştin sana,
"yeşil gözlerin parlar kırmızıyla
Belki kış soğuk geçer, sımsıkı sarılırsın ona
Atarsın o eski paltoyu, zaten çok üşütüyordu seni"
Yani sen beni bu kış üşütüp mü gideceksin.?
Yani o kırmızı palto öyle vitrinde mi kalacak?
Her geçişimde ona içli içli bakacak mıyım?
Yâda, bir başkası alacak ve kışın başkalarını mı ısıtacak?
Yani sen beni böyle titrerken mi bırakıyorsun?

Artık vazgeçip gidiyor musun buralardan?
"marketten bir maydanoz al" demiştim
"maydanoz marketten mi alınır, ben sana ellerimle yetiştiririm"
Diye beni ne mutlu etmiştin.
Yani şimdi bir daha maydanoz olmayacak mı bahçemizde?
Senin yetiştirdiğin, ellerinle büyüttüğün maydanozlar
Öyle kuruyup gidecek mi?
“Ahmet amca iş çıkışı yanıma gelsin demişti,
Hem bana yardım eder, hem bir kaç kuruş daha kazanır.”
Dediğimde ne sevinmiştin
“Allah insanı darda bırakmıyor” diye gözlerin parlamıştı
Şimdi ne olacak Ahmet amca çıraksız kalacak.
Ya çok yorulursa, ya oda üzülürse
Bir daha düşün giderken olur mu?
Kim yıkar elbiseni?
En sevdiğini çorbayı kim yapar?
Kim çay demler sana her yemeğin ardından, söylesene kim?

Gidersen git! ama üzülür bütün mahalle…
Komşular seni sorar her gün.
Beni boş ver, bakarım başımın çaresine ama ya diğerleri…
Keserim tüm alakamı yaşamla ama onlar
Hepsi ayrı ayrı üzülür dayanamazlar ki..
Hacı teyze çıkmaz pencereye, sormaz seni ne zaman gelecek diye...
Çocuklar eve gelmene yakın bizim kapıda oynamazlar,
Sesleri gelmez her akşam evimize.
Sonra onlara kim şeker verir.

Yani sen her şeyi bırakıp gidecek misin şimdi?
Akşam esen rüzgârı, Sabah doğacak güneşi
Yani sen temelli mi gidiyorsun?
Olsun doğsa da orada güneş
Bizim penceredeki gibi görünmez ki,
Rüzgârlar bu kadar serine esmez ki
Sen bilirsin git ama bunları düşün bir kere daha…

Yani sen bir yarını bırakıp, nasıl yaşarsın ki oralarda…
saadet bayri

16.9.07

ADA

Bir zamanlar, bütün duyguların üzerinde yaşadığı bir ada varmış: Mutluluk, Üzüntü, Bilgi ve tüm diğerleri, Aşk dahil.
Bir gün, adanın batmakta olduğu, duygulara haber verilmiş. Bunun üzerine hepsi, adayı terketmek için sandallarını hazırlamışlar.
Aşk, adada en sona kalan duygu olmuş.
Çünkü, mümkün olan en son ana kadar beklemek istemiş.
Ada neredeyse battığı zaman, Aşk, yardım istemeye karar vermiş. Zenginlik, çok büyük bir teknenin içinde geçmekteymiş.
Aşk, "Zenginlik, beni de yanına alır mısın?" diye sormuş.
Zenginlik, "Hayır, alamam.
Teknemde çok fazla altın ve gümüş var, senin için yer yok." demiş.
Aşk, çok güzel bir yelkenlinin içindeki Kibir'den yardım istemiş.
"Kibir, lütfen bana yardım et!" "Sana yardım edemem Aşk.
Sırılsıklamsın ve yelkenlimi mahvedebilirsin." diye cevap vermiş Kibir.
Üzüntü yakınlardaymış ve Aşk, yardım istemiş:
"Üzüntü, seninle geleyim..." "Off, Aşk, o kadar üzgünüm ki, yalnız kalmaya ihtiyacım var." Mutluluk da Aşk'ın yanından geçmiş ama o kadar mutluymuş ki, Aşk'ın çağrısını duymamış. Aşk, birden bir ses duymuş: "Gel Aşk! Seni yanıma alacağım..."
Bu Aşk'tan daha yaşlıca birisiymiş.
Aşk o kadar şanslı ve mutlu hissetmiş ki
kendini onu yanına alanın kim olduğunu öğrenmeyi akıl edememiş.
Yeni bir kara parçasına vardıklarında, Aşk'a yardım eden, yoluna devam etmiş.
Ona ne kadar borçlu olduğunu farkeden Aşk, Bilgi'ye sormuş:
"Bana yardım eden kimdi?" "O, Zaman'dı" diye cevap vermiş Bilgi.
"Zaman mı? Neden bana yardım etti ki?" diye sormuş Aşk.
Bilgi gülümsemiş: "Çünkü sadece Zaman Aşk'ın ne kadar büyük olduğunu anlayabilir..."

Gİderken..

Gitmek kolay kolayda

Ya dönmek istediğinde, bıraktıkların yoksa eski yerinde

O zaman ne olur halin?

Hiç düşündün mü?

saadet bayri

10.9.07

Yaşam Savurur bazen

Öyleyse ara ara savurur yaşam insanı,
Bilmediği kıyılara vurur denizler bazen.
Rüzgârın önünde ki yaprak misali,
Tanımadığı bir şehirde bulabilir, kişi bir gün kendini
"neden" diye sormaktan korkarız, duyacağımız cevap ağır gelir diye
Çünkü kendimizi dünde unutarak başlarız her sabah yaşama.
Bu sebepten, kaybettiklerini daha çok özler insan,
"Elimdekileri de kaybedebilirim." korkusunu taşımadan.
saadet bayri

İlginç

İnsanlar evlenenlere seviniyor.
Alkışlıyor ve elleri havadan hiç inmiyor
Ne kadar mutlu.

İnsanlar gidene üzülüyor,
Günlerce yanıyor içleri...
Oysa geleceği gün belli, geleceği saat...
Sesi var telefonda.
Yani o kadar da uzak değil gözden.
Ne kadar hüzünlü.

İnsanlar her gün aynı yaşama uyanıyor
Aynı şeyleri yaşıyor
Sıkılmadan, umursamadan, değiştirmeden
Ne kadar tuhaf.

Ve insanlar ölüme şaşırıyor sanki hiç olmamış,
Sanki hiç olmayacak, sanki bir daha gelmeyecekmiş gibi
Ne kadar komik.
saadet bayri

8.9.07

içimde ki çocuk

İçimde bir çocuk var.
Tutunmaya çalışıyor, bana inat, söylenenlere inat.

Onu dinlemiyorum çoğu zaman,
Ama inan buna rağmen hala söyleniyor bir yerlerde.

Hangimiz doğru bilinmez
Ancak, o herşeye rağmen benimle.

Bana sımsıkı tutunuyor ben ona "tutunma" desem de...

saadet bayri

6.9.07

ELİMDE OLAN

Yanılabilmeliyiz...
Ve en çok kendi hakımızda olmalı bu yanılgı. Mükemmel olmak için uğraşmak yorar insanı. Yormakla kalmaz, birde hayal kırıklığına uğratır.
Çünkü mükemmel insan yok ki.
Hal böyle olunca bütün çabalar uğraşlar akıntıya kürek çekmekten başka bir işe yaramaz. Yani elde kalan kocaman bir "hiç".
Yıllardır kendimizle beraberiz. Kendimizden başka kim bu kadar yakın bize?
Öyleyse diyebilirimisin ki bütün ipler elimde.
Üzgünüm!
Kalbine söz geçiremeyen insan,
Yaşlarına söz geçiremeyen insan,
Duygularına söz geçiremeyen insan,
Düşüncelerine söz geçirmeyen insan,
Acaba neydi elinde olan?
saadet bayri

4.9.07

Yusuf Olmak Zor

Yusuf olmak zor çok zor…
Yusuf’san önce sevmekle başlayacaksın çileye…
Öyle bir seveceksin ki; şüphe olmayacak içinde.
Öyle saf, öyle temiz olacak işte.
En yakınların kesecek başını…
En yakınların itecek seni karanlıklara…
En yakınların yakacak her zerreni.
Ve sen güzel görecek, güzel bakacaksın her şeye…

Dedim ya; Yusuf olmak zor çok zor
Bu dünya perdesinde Yusuf olmayı seçtiysen, önce dar kapılardan geçeceksin…
Dört duvara dokunacaksın, her köşe başında bir kuyu olacak sen girecek - sen çıkacaksın.
Her çıkış bir başlangıç, her düşüş bir devrin bitişi olacak.
Ve O’ndan başka kimseyi imdada çağırmayacaksın.
Zindanların yakın edecek bütün yaratılmışı...
Dağlar yoldaşın, taşlar arkadaşın, kuyular sırdaşın olacak.
Önce sıla yakacak içini…
Sonra adı hasret olan tüm özlemler gelecek peşinden…
Sabırla başlayacak dünya sürgünün.

Yusuf olmak zor çok zor…“Nurunda hoş, narında” diyeceksin.
Tüm ateşleri gül diye tutacaksın.
Kor önce avucunu, sonra yüreğini yakacak, susacak susacaksın
“ Ah” demeyi bile çok göreceksin diline.
Şikâyet kapılara gelip gelip gidecek eski yerine..
Sevmenin ne zor olduğunu elbet anlayacaksın.

Yusuf olmak zor çok zor…
Köle olup önce pazarlarda satılacaksın…
Saraylara ayağında kelepçeyle gireceksin.
Toprak değecek tenine, rüzgâr savuracak tanelerini gözlerine
Kimse inanmazken sana, yitirmeyeceksin hiç ümidi.
Hamken yanacak, yandıkça pişeceksin,
“Elhamdülillah” kemerini kuşanacaksın,
Çileden geçmeden gidilmez hiçbir yere..
Çekecek çekecek hep pişeceksin…
İmtihanı öyle kolay olmayacak aşk yolunun
Her adımda bir kez daha bileneceksin.

Yusuf olmak zor çok zor…
Her yanışında anlayacak; Yusuf olmak zor diyeceksin.
Sonra aşkın ne zehir olduğunu tadacaksın,
Kılıçtan keskinliğini, nankörlüğünü, acizliğini
Yolun zindanlara düşecek, edep perdesinin ardında bekleyeceksin.
Beyaza değen siyah temizlenene kadar sürecek bekleyişin.
Öyle kolay olmayacak siyahtan arınmak,
Yani seneler sürecek bekleyişin.
Kapılara asılacak Yusuf gömleğin,
Bakıp bakıp, eğeceksin başını
Ama mahcubiyetten değil, yine edepten olacak sakınışın.
Ne zamanki sebepler kapısını kapatıp tümden,
Dönünce yüzünü Rahmana bir haber gelecek gaybtan:
“Yusuf tertemizdir günahtan”
Sultanlığın yolu zindandan geçecek bileceksin…

Dedim ya; Yusuf olmak zor çok zor..
Yusufken sultan olmakta zor
Hele Yusuf’un Yakup’u olmak, işte o hepsinden zor…
saadet bayri

3.9.07

Sen benim

Sen 18 yaşısın gençliğimin
Anneme ilk söylediğim yalansın
Yüzümün pembeliği, yüreğimin en hızlı çarpışı
Sen benim ilk heyecanımsın

Sen benim gençliğimsin
Hayallerim, kırmızı panjurlu evim, bahçesinde çalışan bahçıvanımsın.
Sen benim yıldızımsın uzanamasamda, her bakışımda orada olduğunu bildiğimsin.
Sen benim gülüşüm, mutluluğum ve yaşama nedenlerimdensin.

Sen benim yarınımsın
Yere düşüp-düşüp kalktığım, kanatıp dizlerimi sonra sardığım
Sen benim kanayan yanımsın.
Gülerken gözlerimden dökülen tanelersin
Sen benim sol yanımda inceden sızlayansın.
Sen benim dinlenmemiş masalım, yazılmamış şiirimsin
Hiç gitmediğim şehir, çizilmemiş resmimsin
Yani sen sevdikçe var olanımsın.

Sen benim suskunluğumsun.
Garip bir şarkı çalarken hüznüm,
Yollara bakıp bakıp boyun büktüğümsün

Sen benim hep beklediğim, ama hiç gelmeyenimsin...
saadet bayri

2.9.07

ŞİMDİ SEN

Güneş çoktan doğmuştu uyandığımda, yine erkencisin değil mi? Seni düşündüm, bu saatte ne yapıyorsun acaba…
Dur! tahmin edeyim…
Şimdi sen, güneş doğmadan uyanmışsındır.
Şöyle bir gerinerek bütün yorgunluğunu atmış, mutluluktan gülümsemişsindir…
Bu sabah bir kez daha uyandığın için bu tebessüm.
Sonra buz gibi suyla abdest alıp, her zaman serili seccadenin başına koşarak gitmişsindir.
Ellerini dua için açınca önce bana, sonra tüm insanlığa adamışsındır en güzel dileklerini…

Şimdi sen, eline bir kitap alıp çıkmışsındır bahçeye.
Hem okumuş, hem seyretmişsindir gökyüzünü.
Kim bilir yine neler anlatmıştır bulutlar sana.
“Benim adımı yazdılar mı bugün?
Seni ne kadar özlediğimi anlattılar mı?”
Şimdi yanımda olsan, kaşlarını çatar, “Bulutlar sana mı hizmet ediyor.” Der kızardın.

Şimdi sen, elinde ince belli çay bardağın, bir dudak paylık mesafesiyle, kan kırmızı çayını içiyorsundur.
Ne kadar yavaş içersin o çayı, en iyi ben bilirim.
Dakikalarca beklerdim ne zaman bitecek ve yeniden çay dökeceğim sana.
Söylenirdim arada, o zaman bile susmazdım yani.
Bir gün sormuştum; önce gülmüş, sonra böyle içmenin sana ne kadar tad verdiğini anlatmıştın.
Çay içmeyi de kendine özel kılmıştın ya…
“İnsan hayatı bile tadarak yaşamalı. Bak biz göremeden, geçip gidiyoruz.” Demiştin.
Şimdi çayı her içişinde yüzünde bir tebessüm beliriyormuş.
Aklına geliyormuş, o günkü şaşkınlığım.
Öyle demiştin son görüşmemizde. Hep farklı olduğuna inanmıştım.
Şimdi hem farklı, hem biraz kaçık olduğunu biliyorum.
Yoksa bu kadar imkânsızlığın içinde hala alışkanlıkların devam eder miydi?

Şimdi sen, o en vakur halinle yürüyorsundur yolları, bir aşağı bir yukarı…
Sahi uzun mu oranın yoları da, sokağımız gibi dik mi yokuşları?
Biliyor musun? Bugün fark ettim: yürürken de sana benzemişim.
Eğer acelem yoksa yavaş yavaş, adımlarımı saya saya ilerliyorum.
Yaşamın içinden koşarak değil, yürüyerek geçiyorum tıpkı senin gibi.
Hani köşe başındaki iğde ağacı varya.
Çiçek açtı ve o kadar güzel kokuyor ki...
Geçen yıl, ilk sen duymuştun kokusunu…
Sonra, bahar mevsimi boyunca her gün bu yoldan geçer olmuştun.
Bu sebeple her akşam geç kalırdın, kaşlarımı çatar: “Yine mi ıhlamurlar?” derdim.
Keşke burada olsaydın ve görseydin nazlı nazlı salınışlarını.
Zikir ediyorlar demiştin ya. Arada duyuyorum, seslerini.
Gittin ya ne çok şey kalmış, bak senden bana yadigâr.

Şimdi sen yine bir türkü tutturmuş, bütün yalnızlığına inat, yine mütebessimdir çehren.
Seni bu halde gördüğümde hep şaşırırdım.
Dünya düşse üstüne “oh” diyeceksin gibi gelirdi.
Biliyorum dünyanın her haline şükretmekti bu.

Şimdi sen uzun uzun bakmışsındır güneş batarken…
Ne çok seversin gün batımını.
Böyle batıp gideceğiz bir gün der hüzünlenirdin.
Ama güneşle aramızda bir fark var: güneşin bir zamanı varken, insan aniden çekip gidiyordu. Karşı komşunun oğlu vefat etti aniden.
Hani Zeynep teyzenin büyük oğlu Ali vardı ya, işte o..
Bütün mahalle şok oldu ”Daha çok gençti.” diye ağlaştılar.
Ben senden öğrenmiştim; ölümün genç yaşlı ayırt etmediğini.
Bu sebeple bakıp, kendime ağladım.

Şimdi sen rüzgâra dönmüş yüzünü, kır çiçeklerinin kokusunu duymuşsundur.
İçine çekip, bütün güzellikleri üstüne birde yaylaları hayal etmişsindir.
Yine gözlerin dolmuş, yutkunmuşsundur.
En büyük mutluluğun; yaşadığımızı bilmek olduğunu hatırladın değil mi?
Biz çok uzağız şimdi, sen dört duvar arasında, ben kalbime en yakın yerde..
İkimizin yerine seviyorum papatyaları, sarıçiçekleri…
Öğrendim: ayrılık diye bir şey yok.
Ben dışarıda, sen içerde öylede yaşanıyor bak aşkımız.
saadet bayri