18.10.09

Çizdim yürekleri

Ellerim titrerken dokundum yüreğine tüm sevdiklerimin.
Bundan olsa gerek tüm dokunduğum yüreklerde benim parmaklarıma ait çizikler var.
Kırık olsa belki vazgeçebilirdim.
Çatlasa onarmaya çalışırdım ama bu başka bir şey tamiri yok, telafisi mümkün değil
Üzgünüm.
saadet bayri

Hoşgeldin

Hoşgeldin ey yürek içre sevgili...
Ne iyi ettin de geldin.
Gelişinle kışımı beyaza döndürdün.
Yağmurlara ıslak bir şarkı söylettin.Gökler beyaz çiçekler döktü saçlarıma ve bu şehrin caddelerini beyaza boyadı.
Hoşgeldin ey yar...
Sen yüreğimde fanusu olmayan lambasın. O kadar narin ve hassassın ki; en küçük esintide savrulup duruyorsun. Şimdi sen tükenme diye tüm çabam. Kapanmışım üzerine nefes almaktan bile korkar bir haldeyim. Tüm pencereler kapalı,kapılar örtülü, sen geldin artık banane yaşamdan.
Hoşgeldin ey uğruna bir ömür verilen aşık...
İyiki geç geldin, akıl başta, yürek yerinde iken geldin. Yoksa uğruna yakardım gençliğimi ama sen tam zamanında geldin.
Ey sevgili hoşgeldin ve ne iyi ettin de geldin...
saadet bayri

5.9.09

Sırrım Esirimdir Artık

Sır iki sınır arasında sıkışmış bekliyor.
Beklediği sadece bir "ah"...
Bunca gün oldu sabırsızlandıkça sabırsızlanıyor.
Zira şikayet henüz dilime kadar gelemiyor.
Firari bir sevda taşıyor yüreğim, kıvrandıkça kıvranıyor.
Ateşe vermiş tüm caddelerimi...
Burnuma ciğerimden yanık bir koku geliyor.
Halim pürmelâl...
Ben "beli" deyip, eğdiğim gün başımı sevdaya, ihbar ettim kelimerin hepsini. İstesem de, çıkıp gelemezler imdada...
saadet bayri

30.7.09

Ben sürgünüm

Ben bir sürgünüm, kendi içimde kaybolmuşum.
Bir gönül rüzgarı esmiş savurmuş bir kıyının en tenhasına... Ne gelen var ne selam gönderen. . Bir kaç kayık var yakınımda, onlarda terkedildikleri zamanı unutmuşlar. Bir deli rüzgarın sesiyle dalıp dalıp gidiyorlar.

Sanırdım ki insan unutulunca mahvolur, meğer çok sevilmek te bir imtihanmış.

Tıpkı yusuf gibi... Sevilirken düşmemiş miydi Mısır'ın en tenhasına Yusuf?

Sevilirken itilmemiş miydi en uzağına aşkın?

Derken

Arada sular değiyor yüzüme, ayaklarım ıslanıyor ama arada.

Çok sevilmişim, ondanmış bu sürgünüm. Tüm gözlerden uzak olmalıymış, tek bir gözün baktığı yerde olmalıymışım. Sorgularım bitmiş, sesim kesik, kaderime rıza makamındayım...

saadet bayri

11.6.09

Nadasa Bıraktım Kelimeleri

“İnsan üç beş damla kan. Irmak üç beş damla su…” diye devam ederken şair, inceden inceye nasıl da dokundurur kelimelerini bam telimize.
En ihtiyacımız olduğu anda yetişir şiirler, mısralar imdada ve insan içli içli söyler daha önce hiç tekrarlamadığı sözleri. Ve “he ya” der neden sonra, birkaç damla ıslatınca yanaklarını.
Nadasa bırakır bazen insan bütün duygularını. Bir “an” bekler, öyle ki; her şeyi, ama her şeyi anlatacağını sanır o anın içinden. Ama her zaman istenen, olmuyor. Nice kelimeler dile kadar gelir ve dişlerin arasında ezilip, paramparça olur. Yani boğazı aşmakta yetmiyor.
Konuşmak her zaman insana ait bir fiil gibi gözükse de, her şeyiyle insanın iradesine verilmiş olduğunu bilsek de, susmak ta bir irade sınavı olur kimi zaman. Kelimeleri nadasa bırakıp, dinlemek dinlemek…
Kulağa değen binlerce sesi ilk defa duyuyor gibi, heyecanlanmak ve öylece salınmak zamanın kollarında… Ve arada, hayıflanıp, “ hey gidi yıllar “diyerek, giden senelere hem sevinmek, hem içlenmek. Zira gidenler ve gelenler diye ayırır zaman elindekileri.
Ve öyle bir mu'cizeyle “merhaba” der ki, gelene sevinirken, gidene üzülmek unutulur. Uzun bir ayrılık bırakır kendiyle arasına insan. Her zaman başkasından ayrılmaz yürek, kişi kendine de gurbet gözüyle bakar. Ve “Bu ben miyim?” diye şaşırır, aynalarda gördüğü surete. Sonra ellerinden kayıp giden zamana hayretle bakar.
**
Mevsim yaz. Yavaş yavaş sıcaklık hissettirmeye başlarken kendini, bir burukluk çöktü inceden içime. Nedendir? Diye soramadığım bir olgunluk girdi kendimle arama. İçimdeki çocuk hâlâ seksek oynamak için, tebeşir arasa da…
Salıncaklar gözlerimin içine “gelsene” der gibi baksa da. Şimdilerde erteledim, kendime ait her şeyi. Bir başkası için yaşamanın ne demek olduğunu anılamaya çalışıyorum sessizce. Yıl Eylülle başlar bende. Şimdilerde zaman on tane beyaz bırakıp gidiyorsa saçlarıma. Ben her tele bir ömür yüklemişim, onları uğurlama telâşıyla oradan oraya koşuşturuyorum.
Zira yirmili yaşları geride bırakırken, artık gençlik çağı şakaklarında karlarla çıkıyor karşıma. “Dur artık. Biraz soluklan” der gibi yerleşiyor ömür tahtıma.
Ve ben şair’in dediği gibi diyorum: “Ömrüm olduğunca, gönül tahtıma keyfince kurul” Bir bal kabağına dönüşüyor sanki bütün yaşadıklarım, acısıyla tatlısıyla bütün keşkelerim siliniyor hafızamın çeperlerinden. Boş vermişliklerime bir perde çekiliyor.
Ve ben bir ilkin heyecanıyla yanıp kavruluyorum. Desem ki; diye başlayan cümleler üç noktayla sonuçlanıyor. Bir türlü tam cümleler kuramıyorum.
Ben galiba biraz hüzün biraz, sevinç, en çok ta şaşkınlığımı kendime duvak yapmış, bir yaz akşamında sallanan sandalyeme oturmuş, yıllardan demlediğim bir çayla, bir oraya bir buraya salınıp, yitip gidiyorum. Ve yıllar sonra elime aldığım bir günlüğe, her günün notunu düşüyorum.
Olur da bir gün merak edilir diye anımı, geleceğe mühürlüyorum.
Saadet Bayri

18.5.09

Mahkumum Üzgünüm

Bütün çizgilerimi aynalara emanet bıraktım, tepkisizim.
Manasız bir çehreyle dolaşıyorum; ne hüzünlerim ortada, ne sevinçlerim.
Yine de çocuksu bir heyecan var içimde, küçücük umutların peşine takılmış, gökyüzüne uçurtmalar uçurmuşum. Kaç ummanlık hasretleri feda etmişim, gökyüzünün dipsiz genişliğinde.
Bir bakış bırakmışım, en mahremime, en edebinden.
Sonra erimişim bir tek âhından.
Konuşma hakkımın kırıntılarını dökmüşüm gelirken ardıma.
Bir mahkum sıfatıyla dolaştırılıyorum bu sebepten elden ele...
Anlatmaya mahkumum ama sözleri tükettiğimden, bir tek kelime söyleyemedim nicedir.
Üzgünüm...
saadet bayri

Yaz Geldi...

Yaz geldi ama senin haberin yok.
Adını fısıldar her sabah kuşlar, ben duymamazlıktan gelirim inadına. Tek başına hatırlamak,bir şeyleri alıp götürür. Ben öylece bakakalırım hatırladıklarımın ardından ve "hey gidi yıllar" der, içten içe dertlenirim.
Rüzgar içimde inceden yanan bir alevi harlar. Ve benim başağrılarım başlar. Sabahlara kadar sızım sızım sızlarım. Yürek ağrısını ben bu ağrılardan sayarım. Beyaza boyanmış saçlarımı toplar, gözlerimi sımsıkı kaparım. Ben her yaz bir başkası olur, avareliği başıma taç yaparım.
Erken açan lalelere üzülür, dökülen çiçeklere kızarım.
Kâh deniz olur, başımı taştan taşa vururum.
Kâh martı olur, acı acı inler, koca denizde konacak bir yer bulamam.
Ben bu hale neden?
Nniçin? gelirim hiç sormam.
Ben sadece yaşar ve ağlarım...
Saadet Bayri

5.5.09

Vuslata Az Kala

Zaman alabildiğine yavaş...
Koşması gereken anlarım da durmuş milim milim ilerliyor..
Beklemenin ne denli önemli olduğunu öğretiyor her tik tak sesi.
Yaz mevsimi hiç bu kadar kıymetli olmamıştı gözümde, bir mucizeye tanık olacağımı bilmek içimi inceden sızlatıp, kelebekler uçurtuyor yürek odalarımda.
Düşlerim karman çorman bugünlerde.. Çift kişilik rüyalardan tek kişi uyanıyorum ve tebessüm ediyorum içimdeki kıpırtılara.
Var edene defalarca şükredip, her gün bir yaratılışa şahit ediliyor olmak, anlamlı kılıyor her anımı.
Seçilmiş görüyorum kendimi ve defalarca şükre değiyor dilim.
Bir dokunuş kadar yakınmda iken, bir o kadar uzaklaşıyor çok sevdiğim.
Ve aslında yakınlığın bile göreceli olduğunu hissettiriyor, bu kıpırdanışlar şimdilerde...
Tüm doğrularım tek tek değişirken, öğreniyorum; insan yeniden başlıyor yaşama küçük bir damlayla.
Sıcacık bir nefes, üşütüyor içimi iyiden iyiye...
Bekliyorum, kimbilir vuslat hangi tarihin içinde.
Saadet Bayri


10.4.09

Namahrem Eller

“Desem ki vakitlerden bir Nisan akşamıdır, Rüzgârların en ferahlatıcısı senden esiyor.” Diye devam eder, şair mısralarına.
Baharın ikinci ayına girmişken, zaman koşarak bazen emekleyerek geçse de işte en güzel ayların içindeyiz. Güneş arada bir yüzünü gösterip, kaybolsa da…
Mevsim bir öyle, bir böyle olsa da…
Her şeye rağmen, ufak bir kıvılcım, ısıtıyor içimizi. Ilık ılık bir rüzgâr esiyor ve insan; hem üşüyor, hem değişik duyguların içinde salınıp gidiyor. Aynı mevsim, aynı tarih memleketimin her yerinde yaşansa da, her birimiz için ayrı anlamları çağrıştırıyor. Hele içine sabır damlatılarak veriliyorsa Nisan, o zaman bahar; gurbet yâ da hasret olarak gömüyor, yapraklarını içimize.
****
Derken baharın havasına uyarak bir şeyler duymak istiyor kulaklarım. Bahara dair, Yaratıcının esmasına dair, bu rengârenk, çeşit çeşit güzelliklere bir iltifat edilse, “şöyle içimi bir hoş etse kulağıma değen cümleler” diye geçiriyorum içimden. Bu niyetle dinlemeye koyuluyorum, çevremdekilerin sözlerini. Kulak kabartıyorum, her nefese.
Ama nafile…
Söylenen bütün sözler havada kalıyor. Herkes kendince bir şeyler anlatmaya çalışıyor ama bütün kelimelerin içi boş. Birisi yolda gelirken gördüğü bir insan manzarasını örnek veriyor, “Aman efendim, böyle olur mu hiç?” diye ahkâm kesiyor. Bir diğeri de “Oda bir şey mi? Geçenler de birini gördüm, şaştım kaldım” diyerek, onların, çizdiği modele uymayanların, onlarla tıpatıp benzemeyenlerin suretlerini anlatıp duruyorlar.
Ve birçok kişi sessiz sessiz dinliyor bu söylenenleri. Biri çıkıp ta “Sen garantiledin değil mi arkadaşım bir yerleri? Siretin, suretinden daha mı pak ve temiz ki bu kadar rahat eleştiriyorsun?” diyemiyor…
Hayatı kapalı kapılar ardında yaşayan, günün içine hiç giremeyip, baharın tazeliğini tadamamış bu kişilerin dilindeki cümleler, yüreğime ateş olup düşüyor.
Ve bahar hiç üşütmediği kadar üşütüyor beni.
Oysa “yara yapmadan” tedavi edilmeliydi, insanın manevî yaraları. Ve bir insana şu bahar mevsiminde en iyi gelecek olan söz; kâinatı rengârenk boyayan boyacıyı anlatmak ve çıkıp bütün dağlara, çayırlara “Ey boyacı senin izini, yüzünü görüyorum.” diye haykırmaktı.
Yani şevklendirmek ve şevklenebilmekti aslolan. Birkaç dakika önce aynı yollardan geçmiştik bu insanlarla, onlar sadece hayatın negatifliğini görmüşlerdi. “Bize de bakar mısın?” diyen hiçbir yaprağı, hiçbir çiçeği görmemiş, belki görememişti. Zira bakmak değil, görebilmekti marifet…
Oysa farkında değiliz; çoğu zaman konuşurken açtığımız yaralar, kapatmaya çalıştığımız yaralardan daha büyük oluyor. Ve cenneti garantilemiş olan hallerimiz ise acınacak bir duruma getiriyor her birimizi.
****
Şimdi bir ağaçlara bakıyorum, bir şekilden şekle giren bulutlara…
Ve “Özür dilerim ey mevsim, sizi göremeyen bu gözden. Sizi dile dökemeyen bu dilden. Size pervasızca dokunmaya çalışan bu namahrem ellerden” demekten kendimi alamıyorum.
Saadet Bayri

2.4.09

“Uzaklık” neyi anlatıyordu?

“Kendinin bile ücrasında yaşayan benim için /gidecek yer ne kadar uzak olabilir? Başım açık, saçlarımı ikiye /ortadan ayırdım /kimin ülkesinden geçsem /şakaklarımda dövmeler beni ele verecek /cesur ve onurlu diyecekler /hâlbuki suskun ve kederliyim “ (İsmet Özel – mataramda tuzlu su)
Ve uzar gider her şey. Yolculuğa çıkınca uzak kavramı gelir aklıma. Ayrıldığım yerle varacağım yerin arasında ki mesafeyi hesaplamadan, damlar içime bu fikir.
O kadar ki; yan yana duran evler bile uzaklığı çağrıştırır, çok yakın ama bir o kadar mesafelidirler birbirlerine. Bir yerden ayrılınca, bir daha görememe korkusu düşer zihnime. Bu sebeple her vedada, dikkatlice bakarım sevdiklerimin yüzüne. Onlar anlamaz bu dikkatimin sebebini ama ben her vedâma bir daha görememe hüznünü de eklerim. Ondandır el sallayışlarımın ardından, gözlerimin nemlenmesi. “Yarına senedimiz yok” diyenler, iki saniyesini garantileyip mi söyler bu sözü? Bilinmez.
Ancak bir andan, diğer ana geçmeye senet yokken, her giden bir daha dönmeyebilir diye, iki kere sarılırım vedalarımda. Çocukların diline düşer bazen uzaklık. Onların o masum gözlerinin içine, “taaa” sözcüğü sıkışır ve gitmek çok küçükken gelip yerleşir yüreklerine. Her gün anneyi görüp, babasını akşamları gören bir çocuğa akşam, hayatının en uzağı olur belki de.
***
Uzaklık artık sadece içimizde…
Bundan on- on beş yıl önce uzak denildiğin de çok şey sığsa da bu kelimenin içine, şimdilerde “Uzak diye bir şey yok” diye devam ediyor cümlelerimiz. İnternetin hayatımıza girdiği, hemen hemen her evde en baş sırayı aldığı şu çağda, telefonların fatura hesabı olmadığı şu devirde, uzak kelimesi çıkmış artık hafızamızdan. Ve içimize girmiş uzaklık, hiç fark etmeden.
Mesafeleri aşmış gibi görünsek de, insanın en büyük gurbeti kendinedir kimi zaman. Birçok işin için de koşuştururken, zamanı yakalamak için uğraşırken, teknoloji, yenilik derken kendinden bîhaberliğinin bile farkında olamamak olsa gerek, şimdilerde ki “uzak” kelimesinin tanımı.
Başkalarının hayatını yaşamaktan, hangi hayatı yaşayacağını unutanlar ve neden sonra bir olay veya kişiyle “Ben nerede kaybolmuştum.” Telaşıyla kendini aramaya koyulup, daha çok kaybolanlar; mesafenin değil mesafesizliğin tuzağına düşerler farkında olmadan.
Kişisel gelişim kitaplarının, ekmek gibi satıldığı, hemen hemen tüm gençlerin kısa yoldan hayatı nasıl yakalarım derdiyle meşgul olduğu bu günlerde…
Durup biraz düşünmekte fayda var.
Neredeyim, kime yakın, kimden uzağım.
Saadet Bayri

25.2.09

Git(me)...

"Geçti istemem gelmeni" demişti şair... Bu kelimeleri isteyerek, yürekten mi söyledi? Yoksa bir kızgınlık anında mı döküldü kaleminden? Biinmez ancak bildiğim; insanı mest eden mısraların akabinden gelen bu sitemin, beni yerle bir ettiğidir. Zira onca beklemenin ardından, gelmeyen yada gelemeyen sevgiliye bu kadar sitem etmek ve "gelsende bir şey farketmez" diyecek kadar vazgeçmenin ardında aşk var mıdır sizce? Yada buna aşk denebilir mi?
Tartışılır.
Zira Mona Roza'yı yazan şair de, sevdiği kadın "Seni seviyorum" dediğinde "geçti" deyip ardına bakmadan çekip gitmesi ve sevgilinin dayanamayıp intihar etmesi, bizde nasıl bir yorum alır? Şairin bilmem kaç binkere pişman olup, bunun ispatı olan hiç evlenmemesi de, hayrete şayan bir mevzudur belirteyim.
**
İlla sevdiğimiz ve beklediğimiz anlarda mı gelmelidir sevilen?
Sonra sevse yada gelse olmaz mı?
Aşk nasıl bir duygudur ki; onun bir bakışına ölecekken, yine aynı kişiye dönüp bakmayacak kadar nefretle donatır yüreği. Aşkın hakikati, sevgilinin yokluğunu kaldıramadığından mı, yoksa tek başına olunca göz ıraklığı, yürek ıraklığını bilediği için mi, sabrı zorlanınca vazgeçişleri seçer hep kişi.
Ve neden hayatın dönüm noktasındaki kararlar aşkların içinden geçer. Aşkta giden ve kalan vardır hep. Kalmak ve gitmek...
İkisi de tercihtir aslında.
Unutulan; tercihler her zaman ışık olmaz. Bazen tüm ışıkları söndürür, ya kalanı ya gideni bir ömür pişmanlığa atabilir. Öyleyse aşkta -dikkat etmektir- aslolan.
***
Kim olduğumuz çokta önemli değil, insan yanılır bazen. Bir anlık öfkeyle "git" denildiğinde, kalana sendelememek- gidene de ardına bakmamak düşer. İkisi de gururdan yapar bu hareketleri ancak gurur bence aşkın görülmeyen diğer yarısıdır.
Kalan içinin en mahreminden çekip gidenin bıraktığı boşluğu ve kırılan onca şeyi onarmak için verdiği seneleri yaşarken kalan, kaç kez pişman olur "gel" demediği için. Yada "gel" demek bir an kadar kısayken, neden "git" dediği için, bazen bir ömür harcanır.
Giden ise bin soruyu sırtına alıp, yıllarca kendince cevaplarla oyalanıp durur. Yıkmak... Bazı anlarda saniyelerimize bedellenir ve sonra yapmaya ömür yetmez. Ve insan: anlık kararlarının kurbanı... Anlık sinir harplerinin yenilmiş savaşçısı.
Kaçımız "gel" demek için "git" demedi ki. Ve kaçımız keşkesini yükledi her gidenin ardına. "git" ve "gel" üç kelime tek heceyken..
Biri bir ömrü harap eder, diğeri bir ömrü yeniden inşa eder. Sizce hangisi daha kolay?
Tartışılır...
saadet bayri

12.2.09

Hayal Bu...

Önce bakmışız pencerelerimizden birbirimize...
Hiç tanımadan tanımaya da çalışmadan. Günler geçmiş ardından fark etmemişiz. Birbirimize âşık olmuşuz: Bana sorsan aşk değil başka bir şey bu. Sana kalsa aşktan da öte bir duygu…
Sonra bir gün sizinkiler gelmiş ellerinde çiçeklerle kapımıza. Kız istemekmiş maksatları. “Hayırlı iş” deyip girmişler içeriye. Benim ellerim titremiş kahve getirirken… Sen içememişsin, bana bakmaktan. Sonra olan olmuş işte “Allahın emri peygamberin kavli…” demiş baban anneme.
Benim babam çok önceden bırakıp gitmiş beni. Annem hep “ne adamdı” deyip durmuş yıllar yılı. Ben de hiç tanımadığım bir resme bakıp bakıp ağlamışım. En çok okul zamanları babam olsun istemişim. Bütün arkadaşların babası gelirmiş veli toplantısına, benim annem belirirdi okul kapısında.
Derken “şimdi de son görevini yapıyormuş bana karşı” öyle diyor çay içerken sana. Sen-ben bir de çocuklarımız için küçük bir ev tutacakmışız. Böyle başlamış hayallerimiz. Benim etekleri çok kabarık bir gelinliğim, senin simsiyah bir damatlığın olacakmış.
Derken küçük bir ev tutmuşuz pembe panjurlu değil ama küçük bir evmiş bu. Kapısının önünde bahçesi yokmuş, ama pencere kenarlarına saksılar koymuşuz. Sen maviye boyamışsın duvarlarını, biraz uçuk mavi oldu deyip gülmüşüz. Evimiz küçükmüş, ama bizim yüreğimiz büyük olduğundan, hiç küçük görmemişiz. Arada kendimizi Türk filminde gibi görmüşüz. Sen filmin fakir çocuğu, ben havalı zengin kızı olmuşum. Söyleşip gülmüşüz, iki odalı evimizin salonunda. Ben akşama kadar evi temizlermişim, senin sevdiğin yemekleri yaparmışım.
Sonrada oturup pencerenin kenarına yola bakar bakar seni beklermişim. Geleceğin saat hep belli olurmuş ta, ben sabırsızlık eder hep önceden otururmuşum. Sen bilirmişsin perdenin ardında olduğumu, köşedeki fırından ekmek alırken hep yüzünde bir tebessüm olurmuş. Fırıncı Hasan amca her seferinde sorarmış: ”damat bey oğlum yine gülüyor yüzün” Sen susarmışsın… Kimse anlamazmış sokağa girince yüzündeki bu tebessümünü… İkimiz bilirmişiz bu mutluluğu.
Sen balıkçıymışsın. Her gün balık tutar, satarmışsın. Akşam da elinde bir poşet eve gelirmişsin. Gelirken kediler takılır peşine, onara dağıtıp balıkları boş poşetle girermişsin içeriye. .
Arada para biriktirirmişiz. Üç şuradan, beş buradan arttırmışız. Çocuklarımız olacakmış ve bu paralar o zaman çok işe yarayacakmış. Hatta belki daha çok olursa, daha geniş bir eve çıkarmışız. Ben “Büyük evin masrafı çok olur” der, sen “Tasalanma! Hepsi olur” diye beni teselli edermişsin.
Arada gezmeye götürürmüşsün beni. Arka sokakta ki parka gidermişiz hep, ama ben ilk defa geliyor gibi sevinirmişim. Simit alırmışsın bana, saatlerce konuşur kuşların sesini dinlermişiz. Sonra çocuklara bakıp bakıp dualar edermişiz. Yan yana olmaktan başka derdimiz yokmuş. Bunu ikimizden başkası bilmezmiş.
Arada komşular gelirmiş evimize. “Pek eşyanız yokmuş” diye şaşırınca. Sen hemen bana bakarmışsın, ben gülermişim. O sevinci ve mutluluğu görünce gülümser şükredermişsin. “Eşyadan daha büyük hazinelerimiz var” der, herkesi merak içinde bırakırmışsın.
Çok şey isteyenleri görünce hep şaşıp kalmışız. Biz çoktan öğrenmişiz eşyanın mutluluk getirmediğini. Mutluluğun çok farklı olduğunu.
Ama anlatamamışız başka kimseye Fazla paramız yokmuş ya bu sebeple kimse sözümüze bakmıyormuş. Arada yeni evlenenleri görüp, dua edermişiz. “Allah evlenene yardım eder” der, üzerine “İnşaallah başkaları için evlenmezler” diye söylenirmişiz.
Elimizden geldiği kadar, aza kanat edermişiz. Çok şey isteyenlere üzülür, mutluluğumuzun sırrını anlatmaya kalkışınca da bize inanamazlarmış.
Hayal bu!
Diye gülüp geçermişiz.
saadet bayri

2.2.09

Kaza edeceğim aşklarımı

Aldığım biletleri süresiz iptal ettim. Tüm yolculukların sonu, yine kendime çıkıyor diye.
Gittiğim yer aynı.
Karşılayan aynı.
Giden zaten aynı..
Durup en son istasyonda, kendime meydan okudum.
Belki de ilk defa, ağzıma ne geliyorsa saydım, parçaladım.
Seferiyim bugünlerde, yani her ne gerekiyorsa ev sahipliğine dair muafım işte. Elimde olmayan nedenlerden dolayı kapalıyım tüm sevgilere
Ve kısa süreliğine erteledim aşka dair tüm sözlerimi.
***
Yine de söz vereyim: Eğer bir gün çıkışlarımda bulamazsam kendimi, kaza edeceğim ertelediğim aşklarımı.
sadet bayri


1.2.09

Gel de Etme


Gelde şimdi aşkla meşk etme...

Her güne bir isim yazıp da gitme.

Her nefesi bir isme kurban edip,

Bu canı, cananın leblerinden dökülen tek bir cümlenin esiri etme.

Gel de şimdi,

Esir edenin cemalini her gördüğünde ıydine erme.

saadet bayri

16.1.09

Sensizlik Acı Bir Çığlık


Sensizlik acı bir çığlık.

Tüm yeryüzünü ayağa kaldıran bir çığlık. Duyulduğu anda ne olduğunu anlamadan, tüm insanları pencerelere, kapılara koşturan bir ses. Kimsenin birbirine birşey sormaya cesaret edemeden öylece beklediği bir an. Her an herşey olabilir ihtimaliyle, yüreğin yerinden çıkacak gibi atması.
Sensizlik korkudan konuşamamak.
Gözlerini bir tarafa çevirip, işaret dahi edememek. Öylece bakakalmak. Bir daha kelimeleri bir araya getirip, cümle kuramamak. Çevredekilerin korkulu ve kaygılı bakışları arasında, yüzündeki tüm yaşam alametlerinin silinmesi demek.

Sensizlik acizliğin nihayeti demek.
Tüm soru işaretlerini bir araya toplayıp, altında ezilmek ve bir tek cevaba bin ömür vermek. Ölümün semtine taşınıp, her gün aynı nefesi ensende hissedip, hiç ölememek. Keskin bir kan kokusu duymak her sabah. Ve benliğin bir uçurumun kenarında afallayarak beklemesi.

Sensizlik söyleyecek ne çok şey varken hiç bir şey diyememek.
Evde ekmek bekleyen çocuklarına "ne diyeceğim" diye, sokakta saatlerce dolaşan bir babanın gözlerinde ki damla.
Bir annenin "şimdi uyuyun babanız gelir" diyerek çocuklarını uyutması... Onlar uyurken, pencereye yaslanıp, kimsenin gelmeyeceğini bildiği yola bin ümitle bakması demek.

Sensizlik varlıktan istifa etmek.
Anlamsız bir yaşamın içinde, döne döne anlam aramak. Gelene geçene sorup, cevapsızlığa sukut bulaştırmak. Konuşacak takati bulamayıp, olduğu yere yığılmak.
Sensizlik istemek.
Dünyada verilmeyen herşeyi, ahirete ertelemek. Orada kavuşma umuduyla bu dünyadan göçme telaşı. Elleri semaya kaldırıp, sadece sukut halinde kalmak. Yüreğin sözü sahiplenip, sahibine halini arz etme makamı.
Bir teslimiyet.

Sensizlik "belki".
Küçük bir gıcırtıya uyanmak, her telefon sesine koşmak. Sessizlikten, ses duyurmak. Evden hiç dışarı çıkmamak. Geçen her mevsime bir "keşke" ekleyip kapılara "hoşgeldin" yazmak.

Sensizlik büyü.
Hiç umulmadık kapılarda medet aramak. "Gelir" diyen her dili kıymetten sayıp, fallara adını yazıp, kağıtlardaki ismini sularda çözüp içmek. Sensizlik muskalar yapıp üzerinde taşımak. Bir bıçağa bilek uzatıp, damla damla kan akıtmak...

Sensizlik dilin, bedene ihaneti.
Her seferinde, aynı isimle atan, aynı ismi tekrarlayan dile ket vurmak. İlle de istenileni yok sayıp, unutmak. Bir idam mangasına teslim edip, en büyük anıları asmak. Tek bir göz kırpışına izin vermeden, geçmişin ölümünü izlemek.

Sensizlik acıdan buz kesmiş bir yüzde, acımsı bir gülüş.

Ağlamayı bile becerememek....

saadet bayri

Bağlı mısınız Yoksa Bağımlı mısınız?

Sahiplenmeyi seven bir fıtratta yaratıldığımızdan mıdır nedir, yoksa “benim” demek çok hoşumuza gittiğinden midir bilinmez; ancak bildiğim bir gerçek var ki, köleleştikçe mutlu oluyoruz. Bağlanmaktan değil de, bağımlı yaşamak daha fazla haz veriyor galiba. Anne, baba, kardeş, arkadaş, dost, eş, sevgili ya da çocuk…
Kim bizimse, her şeyiyle hayatına el atmak, her şeyiyle hayatını yönetmek istiyoruz. Ve çevremizdeki herkes bu yöneticiliğimizi görsün, bu hâlimize şahit olsun diye de başkalarının gözüne soka soka yaşıyoruz bu hâllerimizi. Muhatabımız bu hâlimize ne kadar itaat ederse, o kadar mutlu oluyoruz. Genelde evli çiftler arasında olan bu durum, giderek hastalık hâlini alıyor. Ve kişiyi artık yaşamın içinde dayanılmaz stres ve sorunların içine itiyor. Bağımlılık yaşayan kişi, ne yazık ki kendi yakalandığı bu hastalığını eşine de zorla bulaştırmaya çalışıyor. Karşısındakinden aynı şekilde bağımlılık bekliyor zira.
Oysa evliliğin temelindeki esas; bağlılıktır. Bağımlık değil. Ancak bu durum çoğu zaman hiç fark edilmez. Yakın zamanda yaşadığım bir olay bu konuyu araştırmaya itti. Ve bulduğum sonuçlar hayli şaşırttı. Zira bağımlılık yaşan eş, eşi evde olduğu yada birlikte vakit geçirildiği zamanlarda çok mutlu olup, her şey toz pembe görürken, olmadığı zamanlarda hayatı kendine zehir ediyor.
Eli ya telefona, ya mesaja gidiyor. Olmadı internette ki özel alanlarını sürekli kontrol edip, rahatlama yolunu seçiyor. Bağımlı kişi istiyor ki; karşı taraf dakika dakika arasın hesap versin. Nerede? Ne yapıyor yada yapacak? Bildirsin. Bu durum kıskançlığı da beraberinde getiriyor. Öyle ki, eşi sadece kendisini sevsin. Başka hiç kimse onun için önemli olmasın.(anne ve kardeş dâhil) Sosyal çevresinden rahatsız olur. Kendisinden önce tanıdığı kişiler artık onun inisiyatifine kalmıştır. İsterse görüştürür. Ama istemezse, türlü entrika yada huysuzlukla kişiyi bu arkadaşlarından uzaklaştırır. Eşinin bütün planlarının içinde olmak ister. Sürekli başında durur. Kim ne dedi? O ne yazdı? Öbürü ne söyledi? Bilmek ister. Her ortamda sürekli onunla ilgilenmesini bekler, hasbelkader başka bir yöne dönerse kıskançlıktan çıldırır.. Ve zamanla bağımlı kişi özsaygısını kaybeder. Peki, bu durumda kurtulmanın çaresi nedir? Eşlerin bilmesi gereken: bağlılıkla bağımlılığı birbirinden ayıran en önemli ölçü birbirine güvendir.
Güven, birlikteliğin temelini sağlamlaştırır, duygusal olarak ta mutlu eder. Bağlılık kişinin milyonlarca söze gerek duymadan, sevgisini belirtme biçimidir. En önemlisi yapılan tüm güzel hareketler, boynunda bir ip olduğu için değil, istenildiği içindir.
Çiftler, birbirinin özel alanlarına saygı duymayı öğrenmiş, sürekli karıştırıp, didiklemenin bir sonuç vermeyeceğini aksine bunaltacağını farkedip, birbirini özkimlikleriyle kabul etmiştir. Problemler mutlaka çıkacaktır ancak bunlar başkaları yüzünden değil; iki farklı karakterin bir araya gelinmesinden kaynaklanmaktadır.
Baharda esen meltem gibi de, incitmeden geçip gider bu tür sorunlar. İki tarafta birbirini kontrolü altına almaya çalışmamaktadır.
Birbirlerinin arkadaşlarına ve sosyal çevrelerine saygı duyduklarından, korku, kıskançlık yoktur. Her iki tarafta kendine ait yaşam alanları olduğunu bilir ve asla birbirini bu alanlardan dolayı rahatsız etmezler. Şimdi siz karar verin bağlı mısınız? Yoksa bağımlı mısınız? saadet bayri

10.1.09

"Unuttum" derken hatırladım

Desem ki aşklar yarım kaldığı için özlenir.
Yalan...
Aşk yaşandıkça özlenendir.
Rüzgar değildir içimi harlayan, özlemindir her akşam pencereleri zorlayan. Kavuşmak aşkın nefesi olsa da, kavuşamamak ecel sedyesinde can çekişmek bilesin. "Ha geldi, ha gelecek.." derken bir türlü son nefesi verememektir göresin.
Desem ki kış geldi, havada dondurucu bir soğuk, insanlar evlerinden çıkmıyor. Kediler hariç... Bu şehrin en cesuru onlar... Kediler, her şeye inat yine aynı asaletiyle bak oradalar. Ne açlık, ne soğuk, ne başka birşey isyan ettirip, intihar ettirmiyor onları...
İşte aşk böyle bişey sevgili. Tüm zorluklara rağmen, aynı yerde durabilmek...
Küçükken karlı havalara aşıktım çünkü annem karlı havalarda asla dışarı bırakmazdı. Ama ben yine de penceremin kenarına oturur, saatlerce izlerdim arkadaşlarımı. En üyük hayalimdi; kara dokunup kardan adam yapmak..
Olmadı..
Şimdilerde çok kar yağdı, defalarca karda yürüdüm, hatta koşup, yuvarlandım. Kardan adamlarım bile oldu kocaman kocaman. Ama hiçbiri o pencereden bakan çocuğun içindeki özlemi azaltmıyor, hiçbiri o zamanki kadar tatlı ve güzel olmayacak, olmuyor da.
Aşkta öyle...
İlk defa seversin birini, belki kavuşamazsın, belki hiç duyuramazsın, yer bitirirsin kendini... Sonra aradan zaman geçer hafta ay yada yıl her neyse... Belki çok sevdiklerin olur, seni çok severler. Ama yine de dönüp "Ondan çok sevdim." derken, karşılaştırdığın da hala odur.
Ve bilirsin hiç bir aşk, artık onun gibi olmayacaktır. Mazinin en görkemli yerine kurulup, her seferinde karşına çıkacaktır. Aşk "unuttum" derken başlayandır..
En olmayacak yerimizden yara alırken, akan sızıntıyı görmemeye çalışırken. Hiç olmayacak şeylere gülerken, kahkahalarının arasından, bir damla sessizce akar gözlerinden.
İşte odur, sevgilinin adını yazan yanaklarına. Gülümserken akan damlalardır, haber veren ondan sana. Gecelerce döktüğün yaşlar acizliğini anlatır.
Ama o damla "sevmiştim" der, kıvrıla kıvrıla...
saadet bayri