22.2.12

“Borç”luyuz bu hayat(t)a


Yaşanmadan bilinmez bazı duygular. Hele bazıları var ki, kelam bile edilmez haklarında. Belki kişiden kişiye değişir bu duygular; ama hemhâl olmadan, hemen herkesin bir anda ifade edemeyeceği bir hâldir, “Aşk, evlilik, çocuk, ölüm…” gibi duygular. Sayısız kitap yazılmış, binlerce söz söylenmiştir belki. Ama tamı tamına karşılayan bir tek cümle ya da satıra rastladım diyemem. Hiçbirini bir diğerine tercih edemem. Çok yazıldığından ve söylendiğinden olsa gerek. Hepimiz bu konularda söz söylemeyi bir borç biliriz. Tecrübesiz kalemlere değen cümleler ise, ham tadı verir dilime
 Aslında bu yanılgıya düşenlerden biriyim ben de. Ölüm konusunda envai çeşit söz söyleyip, çokça anlam yükleme gayretine girmiştim. Hatta yakınlarını kaybedenlerin acısını anlamadığım için, ölüm hakikatini bilenlerin çok üzülmelerine bir neden bulamamıştım. Ve acısına ortak olmak istediğim sevdiklerimin yanında beylik laflar ederken,  yürek yangınlarını görmüş; ama dokunamamıştım.
Yapmam gerekenin, usulca yanlarına diz çöküp sessizce ağlamak olduğunu ise, çok sonraları anladım. Anlamak, büyümenin bir işaretidir bir bakıma. Yaşam adım adım büyütürken beni, ben fersah fersah yürüdüm sandım. Belki de bu yanılgı şaşırttı kelimelerimi. Fark ettiğim an, dörtnala koşan bir süvarinin bir tepenin başında durup geriye baktığı an misaliydi. Bakıp görmeden geçtiklerimi, bir “ân-ı seyyale” dilimlerinde fark edince yavaşladım.
Yavaşlarken, gözleri dolu dolu gezen bir kadınla tanıştım. Kuşlar ayrı ayrı uçarken, rüzgâr tek başına düşürürken bir yaprağı toprağın bağrına, gözyaşları tünedikleri yerden süzülüp damla damla acı olurdu yanaklarında. Bu kadar şefkati anlayamazdım. Alt tarafı kuş ve alt tarafı yapraktı işte.
Soğuk havalarda pencereden bakar ve kedileri düşünürdü mesela. Aç kalabilirler diye yemekten arta kalanları çöp kutusunun yanına bırakır, huzurun şefkat hâlini yaşardı.
“Rabbim kimseyi kimseden ayırmasın” der, susardı. Bazı anlarda suskunluğunun içine bir ömür gizlenirdi, bilirdim ve konuşsam, bütün büyü bozulacaktı sanki.
Susardı…
O susunca, rüzgârlar ses verir, yapraklar hışırdarken bu duaya “amin” derdi.  Kızımı her görüşünde sarılır, bağrına basar ve koklardı. “Evlat kokusu ne hoş bir koku” der, gözlerini kapar ve bir “ah” çekerdi. O ahla yer gök birbirine girecek diye ürperir ve bir sözün gücünü o an hissederdim.
Bir acısı vardı, bilirdim; ama sormaya cesaret edemezdim. Anlatacağı ânı beklerdim. Ara ara evime gelir, kapıyı tıklar, mahcup bir eda ve ses tonuyla: “Rahatsız ediyorum; ama kızın uyumuyorsa sevebilir miyim?” Kocaman bir tebessümle evime misafir eder, kızımla meşgulken şefkatin mayhoş tadı damağıma yerleşirdi.
Bir gün sokakta çikolatalı bir bisküvinin ambalajını gördü ve ağlamaya başladı. Şaşırdım. Âlemin derdiyle dertlenmiş bu kadın, şimdi ne diye bir ambalaja ağlar ki?
“Ah kızım! Ah yavrum!” diye sever mi bir insan beş para etmez bir kâğıdı. Ve sonra bir çocuk gibi koşar mı evine? Evet, sever bir insan bir kâğıdı, vaktiyle henüz beş yaşında olan küçük kızı seviyorsa bu çikolatalı bisküviyi. Sever elbet, her akşam iş dönüşü bu bisküviden getirmişse yolunu gözleyen can parçasına.
Şimdilerde çikolatalı bisküviyi bekleyip sevinecek kınalı kuzusu yok. Henüz beş yaşındayken, bir gece rahatsızlanıp hastaneye kaldırılan ve aynı iğnenin iki defa vurulmasıyla ebediyete uçan cennet kuşu, ayrı annesinden. Ve annesi de ondan… Şimdi anlıyorum kızıma her “cennet kuşu” dediğinde şefkat buhurdanından süzülen yaşlarını.
Kızımı her sevişinde ışıldayan gözlerinden yayılan ezeli rahmetten bir parıltının verdiği teselli, şimdilerde o kadar mukaddes ki bana! Şükür diyorum, şükür: “Yıkılabilir evimiz, durabilir kalbimiz, dağılabilir huzurumuz varsa, yıkılmamış evi, durmamış kalbi, dağılmamış huzuru borç aldık demek ki…(Senai Demirci)”
Saadet Bayri

Hiç yorum yok: