29.10.07

Hayat Nedir?

Bütün cümleler bana gelince, söyleyemeden intihar etti.
Tam ben konuşacaktım ki; nefesim durmakla tehdit etti.
Yani sana edeceğim tüm sitemler, boğazımda düğümlü kaldı.
Hayat nedir?
Tanıdığımız, bildiğimiz bişey mi?
Öyleyse sevince yaşadığımız ve terkedilince yaşadığımız nedir?
İkiside aynı değil, öyle olsaydı eğer, neden birinde ayaklarım yerden kesilirken, diğerinde nefes almak bile zorlaşıyor.
Ve neden yüzümden eksilmeyen gülümseme bir daha gelmiyor?
saadet bayri

23.10.07

züleyha



Züleyha…

Su perisi, en büyük âşık, âlemin en yaralı kadını.
Tanıdık bir yüz, herkesten biri ama hiç kimse.
O, gizli kalan tarafımız, sakındığımız
Söyleyemediğimiz en gizli sırrımız.
Âşık olduğumuz, inkâr ettiğimiz, itiraftan korktuğumuz.
Züleyha…
En cesur halimizken en yitip gidenimiz.
Olmayanımız, görmeyenimiz, imkânsızımız…
İçimizde inceden sızlayan, her sızıda bin “ah” çekişimiz.
Yani vurgun yediğimiz, vurulurken ses vermeyenimiz.
Züleyha…
Hükümsüz duygularımız, kesip fırlattığımız yanımız.
Bekleyen, beklerken defalarca ölenimiz,
En cesurumuz, en kadınımız, en yüreklimiz
Büyüklüğünün tarifi olmayan bir yangında, kavrulanımız.
Sabırsız olan, bekleyemeyen, en umutsuz anda en umutlu olanımız.
Züleyha…
Yetmiş deve mücevheri sevdiğini “gördüm” diyene, feda edenimiz
Onu gördüm diyen her dili, her gözü mukaddes sayanımız.
Aşkı uğruna dünyayı eliyle itip, bir defa bile dönüp bakmayanımız.
Onun bir defa yüreğine sapladığı bıçak, bize binlerce defa saplamak için emanet edenimiz.
Yani en kanayan yanımız.
Züleyha…
Dilinde tek isimle gezenimiz.
O, aşktan utandırıp, “bir daha böyle sevilmez.” dedirtenimiz.
Zindanlarda çürüyenimiz, her gün, gün doğmadan batanımız.
Yıldızların bakmaktan çekindiği en bakir tarafımız.
Kimsenin bilmediği, tanımadığı yüzümüz; yüreğimizin hicap perdesi.
Sevmekten usanmış, çürümüş zerrelerimizin ab-ı hayatı.
Züleyha…

Baktığı her yüzde aynı cemali görenimiz.
Kendimizden bile sakladığımıza gark olanımız.

Bütün servetini yoluna harcadığı,
Onu gördüm diyene dünyayı bağışlayanımız..
Züleyha…

En cesurumuz, en yiğidimiz, en cüretkârımız.
O aşkı ilk ve en son yaşayanımız
Kolay mı?
Cihana değer bir güzele gönül vermek,
Kolay mı?
Bu kadar ağır yükü taşımak.

Ve bütün şehir karşındayken, sahip çıkmak sevdaya
O bizim bırakmak istemediğimiz halde, çöllerde bırakıp kaçtığımız.

Züleyha …
Sadaka yerine istenilen gülümsememiz.
Anlayamadığımız en çılgın yanımız.
En acımasızımız, sevdim dediğinde her şeyi bitirenimiz
Onsuz sabah edemezken, zindanlara giren en zalim yanımız.

Hem çok sevdiğimiz, hem korktuğumuz.
İmrendiğimiz, keşkeleri sırtına yüklediğimiz…
severken arkasında olduğumuz, destek verdiğimiz..

Ama kavuşamayınca yerlere attığımız,
Yanaşmadığımız, sahip çıkmadığımız yanımız o.

Züleyha bir daha asla yaşamayacak kadın yanımız.

saadet bayri

http://www.yeniasya.com.tr/2008/11/13/yazarlar/bfidan.htm

20.10.07

Kendine Özel Kılmak




















Özel olmak…
Her birimiz özel olarak yaratılmış varlıklarız.
Her ne kadar çok beğendiğimiz bir şey karşısında “Rabbim özenerek yaratmış” tabirini kullansak ta, hata ederiz.
Çünkü yaratıcı yarattığı her şeye aynı özeni göstermiştir.
Yoksa bu kadar mükemmel olur, hiçbir iş bir işe mani olmadan çalışır mıydı?
Ve en önemlisi hiç birimizin bir diğerimize benzememesi…
Bu halimiz dahi ne kadar hassas ölçülerle yaratıldığımızı gösterir.
Her uzvumuz şekil ve yer olarak benzese de, mutlaka birbirimizden ayırt edilebiliyoruz.
Bu durumda, bizim yaratıcı katında ne kadar önemli olduğumuzu anlatır.
Bu sırdan mıdır bilinmez, biz insanlar da her halimizle özel olmak, farklı olmak için uğraşırız.
İyi bir iş başarmışsak, o işi sadece biz başarmış olalım.
İyi bir yemek yaptıysak, sadece bize ait olsun o yemeğin içindeki sır.
Güzel bir kıyafet giymişsek, başkası aynı kıyafetten almamış olsun.
Sırf bu farklı olma aşkının dürtüsüyle; ne yollar kat eder, ne mesafelerde yitip gideriz hiç bilmeden.
Öyle ki; birçok kişinin yaptığı bir işi yapıyorsak, tek korkumuz farklı olamama olur. Damgamızı vuramamak, kendimize has kılamamak.
Oysa yapılan her ne ise o işte özel olmak, bazen çok iyi iş çıkarmaktır. Yapılmışa yenilerini eklemektir. Yoksa yapılanı anlaşılmaz kılıp, değiştirmek, saçma sapan bir hale getirmek; özel olmak değildir.
Farklı olma hırsı, bir anda kişiyi alt eder, hiç fark ettirmeden hem de.
Dışarıdan çirkin görünmüşüz, uçuk-kaçık değerlendirilmişiz. Yâda kendimizi anlatırken dinleyen hiçbir şey anlamamış, bu önemli değildir. Kişi sadece kendi tatmini için uğraşır.
“Ben farklı olayım da kim ne anlarsa anlasın.” Fikri yerleşmiştir her şeye. Öyle bir an gelir ki; artık anlaşılmasak da, beğenilmesek de olur.
Oysa hiçbir şey değilizdir henüz. Zaten hiç bir şey olamadığımızdandır bu Kaf dağında oluşumuz, yerlere basmayan ayaklarımızın olması.
“Bildiğin, karşındakinin anladığı kadardır.” sözü sadece Mevlana’nın kendi için yazdığı bir prensiptir. Bizim başka prensiplerimiz vardır.
İşte tam bu nokta da başka bir durum ortaya girer ki, en tehlikeli yanı da budur farklı olmanın, sınırıdır belki de: “Kendini mükemmel görme yanılgısı.”
Oysa büyüklerden biri olan İmam-ı Azam’ın “Bilmediklerim başımı göğe erdirdi.” diyerek gösterdiği tevazu uçup gitmiştir bizden.
Olurda biri eleştirmeye kalkarsa, “Bu benim tarzım. Kimse karışamaz” olur cevap. Olurda iki kelime demek ister bilenlerden biri, ”Ben ne yaptığımı biliyorumdur” gelen cevap.
Ne hikmetse hep bilen, anlayan, anlatan kişi olup çıkmışızdır. Diğerleri ise hep bilmeyen taraftır.
Ve insanın yanılgıları alır başını gider. Durup soluklanmaz, bekleyip görmeye çalışmaz.
Ta ki, yolun bir yerinde bir taşa çarpana kadar, sürer bu koşturma.
Bu hal, kendini en çok gençlerde gösterir.
Kendini tanımaya başladığı anda, bilmeye de başladığını sanır genç.
Bir an önce sivrilmek, fark edilmek olduğu için amacı, bu yolda her şeyi mubah görür.
Bundan değil midir? Kulaklara takılan birden fazla küpeler, ne kadar acırsa acısın dayanılan dövmeler ve vücudun hiç ummadığınız bir yerinden çıkan plesingler.
Başka nasıl bir açıklaması olabilir ki?
Yırtık pırtık kıyafetlerin, hayretle baktığımız renklerin, “bunu nasıl giymiş” diye şaşırılan üst üste tişörtlerin ya da eteklerin. Saç renginin, kesiminin, dinlenilen müziklerin.
Anlamadığımız bir dil, tanımadığımız bir yaşamdır onların ki…
Azıcık dudak kıpırdatsak, “Sen ne anlarsın ki” olur.
Bir şeyler için uyarmak istesek, kapı yüzümüze çarpılır.
Bizim de bir zamanlar genç olduğumuz, onlar için bir anlam ifade etmez. “sizin zamanınız farklı imiş.” Sözüyle susturuluruz.
Sanki biz hiç genç olmamışızdır, gençlik bizim yanımızdan geçip gitmiştir, uğramayı unutmuştur. Ya da bize uğrayınca akıllı, uslu durmuştur.
Aramızda uçurum kadar derin bir yaş farkı vardır. Bu fark hiç azalmayacak ve bir daha anlaşamayacağızdır.
Genç olmak mı zor? Yoksa genç bir bireyi tanımak mı? Takılıp kalırız.
Biliriz bir gün bizi anlayacaktır, o anlayacağı güne kadar az tahribatla geçmesi olmalı çabamız.
Birçok ebeveynin karalar bağladığı bu durum karşısında yapılacak; sabırla mücadeleye devam etmektir. Ve sabır bizimde çok zor öğrendiğimiz bir yaşanmışlıktır, uygulamaya kalkmak ise en zor olanıdır.
Unutulmamalıdır ki: “Yuva insanı düşerken tutan yerdir. Ve her insan düşer bir gün.”
saadet bayri

10.10.07

sen bitmedin...











Birgün büyürsem...

Küçükken hayatı çok eğlenceli sanırdım.
Koşarak, atlayıp, zıplayarak geçen o yıllarımda sanırdım ki; boyum uzarsa topa daha iyi vuracağım. Topun peşinden koşarken ve “gol” diye bağırdığımda sevinçten havalara uçacağım. Babamı köşede görünce kaçıp saklanmak zorunda kalmayacağım. Akşama kadar, hatta sabaha kadar oynayabilecektim.
Annemle gittiğimiz zoraki misafirliklerde, çocuklar için özel hazırlanmış kocaman sofra yerine, bana da özel bir tabak gelince çayın tadı bambaşka olacaktı. Elimde ince belli çay bardağı, evin en güzel koltuğunda oturmuşum. Evin sahibi, ya da gelen diğerleri beni de öpüp, halimi-hatırımı soracak. Ben de bilmiş bilmiş, büyümüşlüğün keyfini çıkarta çıkarta cevap verecektim. Düşünürdüm ki; bu kendimi görmek istediğim tek sahneydi.
Sanırdım ki; televizyonda izlediğim çizgi film kahramanlarının yaşına gelince, onlar gibi hep maceralara atılıp, sonra da izlerken “Ben de şunları yaptım” diyerek meraklanacaktım. Çizgi film izlemek o zaman daha güzel olacaktı. Özendiğim ve küçük olduğum için yapamadığımı sandığım, her şeyi yapma imkânım olacaktı. Ya da annem, ne yapıyorum diye ikide bir gelip, kontrol etmeyecekti.
Küçükken hep elimden tutulmuştu. Oysa tek başına yürümenin zevkini çok merak etmiştim. Sanırdım ki hiç kimseye ne yaptığımı söylemeden çıkıp gidince, herkese ve her şeye bir başka bakacaktım. Hayat çok daha farklı görünecek, baktığım her şeyin duruşu değişecekti. Ellerim tutulmadan yürüyünce, daha bir güzel atacaktım adımlarımı. “Yürümek hiç bu kadar keyifli olmamıştı” diyecektim.
Sevdiğim kızın adını rahatlıkla söylediğimde mutlu olmuştu annem ve babam. Sanırdım ki; büyüyünce hemen evlenmeme müsaade edecekler, onunla bu evde yaşayacak ve hep oyun oynayacaktım. Ne güzeldi küçükken sevmek, o da beni seviyordu işte. Annesi Jale teyze, haftada bir kaç kez bize geliyordu. O da biliyordu kızını sevdiğimi, yoksa izin verir miydi evcilik oynarken benim baba, Buse’nin anne olmasına?
Sanırdım ki; biz büyüyünce yine böyle ele ele olacaktık. O zaman sevdiğim kızı rahatlıkla parka götürebilirdim. Bunun için kimseden izin almak ve yanımızda birinin gelmesine gerek kalmazdı.
Salıncakta sallanmaya bayılan ben, mutlaka yanımda biri olmadan gidemediğim park. Karşıdan karşıya geçemediğim caddeler. Sanırdım ki büyüyünce parka tek başına gideceğim ve salıncakta istediğim hızlılıkta uçuracağım kendimi. Karşıdan karşıya geçmek için, birinin eline ihtiyacım olmayacak. Her an istediğim yerde, önce sağa, sonra sola, sonra tekrar sağa bakıp kendimi karşı kaldırımda bulacağım.
Küçükken ne kadar çok benim olmasını istediğim ve başkalarıyla paylaştığım şeyler vardı. Büyüyünce her şey benim olacaktı. Benim odam, benim yatağım, benim dolabım, benim sabunum, benim havlum… Ve her sabah uyandığımda kimbilir ne kadar mutlu olacaktım. Benim olan şeylerin içinde.
Sonra bir gün baktım ki büyümüşüm. Tek başıma sokağa çıkabiliyordum ancak parklara gitmiyor, sadece önünden geçiyordum. Artık salıncaklara binmek o kadar eğlenceli gelmiyor, hatta ayıp sayılıyordu. Yürümeyi bile unutmuş, geç kalmayayım diye ya araçlarda, ya da koşturmaca içindeydim.
Artık tek başıma yürüyordum ve tek başıma yürümek hiç zevkli değildi. Yanımda biri olsun diye uğraşıyordum. Elini tuttuğum güvendiğim birine ne kadar da çok ihtiyacım vardı. Misafirliklerde elime gelen tabaklara bakamıyordum, fazla kilolarla başım dertteydi. Sevdiğim kızdan başka birçok kişiyi sevmiştim. Sevdiklerim değişmişti ama o heyecanı, mutluluğu bir daha kimsede ve hiçbir yerde bulamamıştım. Çizgi filmleri izlemiyor, bize göre olan filmler de hep ağlatıyordu. Benim yaşadıklarımla, kurma hayatlar birbirine hiç benzemiyordu.
Velhâsıl küçükken yaşadıklarımın hiçbiri büyünce olmayacağını, hiçbir tadın o anki kadar lezzet vermeyeceğini söylemediler. Söyleselerdi büyümezdim zaten.
saadet bayri

8.10.07

hayatın son kullanma tarihi var mı?

Hepimizin yaşadıklarımıza dair pişmanlıkları vardır. İtiraf ettiğimizde çok geç kaldığımız. "Keşke" dediğimizde, "keşke" demenin bile vaktinin geçtiği zamanlarımız. Bir anlık öfkeyle söylenen sözlerimiz. Başkalarına danışarak aldığımız kararlar, bunun neticesinde yanlışlıklarımız vardır. Daha sonra hata yapıldığı bilindiği halde, geriye dönemediğimiz için sancılarımız. "Eyvah ben ne yaptım." Diyemeyecek kadar altında ezildiğimiz fevri hallerimiz.İnsanı ne kadar harap eder, ne kadar ezer bu durumlar. Bu ezilmişliğin altında da sadece bizim duyduğumuz çığlıklar kalır. Öyle bir sızı girer ki yüreğimize, acısı senelerce geçmez.Yaşanan en ufak sorunda acı en ücra yerinden çıkıp, dikilir karşımıza. Başımız öne eğilir, kelimeler biter. Belki kendimizi suçlarız, belki bir kaç kişiyi. Suçlu kim olursa olsun, pişmanlıklarımıza sebep olanlar hiç bir şey olmamış gibi hayatını yaşarken, sancıyı yüreğine alan çeker. Birçok dost, arkadaş, sayısız sevenlerde olsa etrafta, pişmanlık girdi mi yüreğe acısı kolay kolay geçmez. Yaşadığımız en ufak bir sorunda "keşke o zaman şunu şöyle yapsaydım" der kalırız. Ne geriye dönebilir, ne geçmişten âna gelebiliriz. İki çarmıh arasına gider gelir ömür. Ne kadar kitap okunsa, söz dinlense, nasihat uygulanmaya konulsa da nafile, bir kere pişmanlık gelip keyfince kurulmuştur tahtına. Her anda batırır iğnesini, kekremsi bir tat alır yaşananlar. Ve insan sonunda anlar: ağlamakta tek başına, gülmekte. Geriye dönüşü olmayan her olay insanı perişan eder. Bu sebeple "Hayır- Evet" demeden önce iyice düşünmeli kişi. “Bu kararı vermemde sebep ne; korkularım mı gerçekler mi?” diye defalarca sormalı. Zira sağlıklı alınan her karar, seneler sonrada hatırlansa "iyiki öyle olmuş." dedirtir insana. En zor anda dahi sızlatmaz kişiyi. Ama insan bazen ayrıntılarda boğulur. Korkularına teslim olur. Ayrıntılar karşısına geldiğinde korku silahlarıyla savaşır onlarla ve kaybeder. Kaybını yıllar sonra başka bir olayın için de fark edince, işte o an kayar gider elinden, benim dediği bütün sahiplikleri. Bardak yere düşmüş ve kırılmıştır artık. Ağlasa da boş, yalvarsa da ...İnsan bazen yüreğini hiç bir yere sığdıramaz, kimselere emanet edemez. Onu her şeyden, herkesten saklar. Belki vermiştir de yere düşürülmüş, bir yerleri çizilmiştir. Bu düşmeden arta kalanlar bu kadar çekingen yapmıştır. Tecrübeler insanı olduğundan, istediğinden daha farklı davranmaya iter. Unutulan ise, hayat bazen gözü kara olmayı ister. Ve insan fark eder ki: cesaretle korkaklık birbirine tıpatıp benzer."Ayı yavrusunu severken öldürürmüş" derler. İnsanlarda birbirinin kıymetini kaybedince anlar. Tam yitip giderken elimizden çok sevdiklerimiz, birçok sözler veririz. "Bir daha öyle yapmayacağım, bir daha bu şekilde olmayacak" diye. Belki gerçekten değişmişizdir, evet bir daha bu şekilde olmayacaktır. Karşımızdakini üzdüğümüz o olaylar tekrarlanmayacaktır. Ama bitmiştir artık. Kırılan bir bardak değil yürektir ve her şey incelikten kırılırken, bir yürek kalınlıktan kırılır. Fark edildiğinde yapılacak bir şey kalmamıştır. Pişmanlık. Yalvarsak ta, kölede olsak bitmiştir artık. Dal kırılmış bir kere, artık rüzgâr dinse de olur dinmese de.. Yarının, diğerlerinin kıymetini bilmek için bazen kaybetmek gerekir. Yoksa ne gelenin kıymeti bilinir, ne kazanılanın, ne verilenin, ne affedilenin. Bazen kişi kendini çok güçlü hisseder. O kadar güçlü ki, hiç düşünmeden yakar her şeyi, her yeri. Sonra yaktıklarının en çok ihtiyacı olanlar olduğunu görünce, küllerin başında ağlamayı bile gurur sayar. Giderken daha hızlı koşar, yaşlar savrulurken etrafa. Her birimizin ayrı ayı pişmanlıkları var. Ancak pişmanlıklarımızı itiraftan bile aciziz bazen. Gururumuzdan, korkularımızdan neler yitti hayatımızdan, ne başlamalara geç kaldık. Başkaları yüzünden ne keşkelerimizi düzeltme imkânlarını kaçırdık elimizden. Konumumuzdan, çevremizden, yada “nederler” demekten, bir özür bile dileyemedik.Küçük korkular çekti yaşamımızın satır başlarını. Ve hayat her olayda fısıldadı "son kullanma tarihim yok ey insanoğlu"

saadet bayri

7.10.07

Sen....

her sabaha adını yazıyorum.
her akşama yüzünü kazıyorum.
yol bir tesbihse tanelerini sen diye çekiyorum...
Habib Fidan

4.10.07

Kaçak İnşaat

Uzun zamandır hummalı bir inşaat vardı kalbimde.
Çekiç, çivi, harç derken anlayamamşıtım.
Şimdi gördüm, yüreğime adını kazımışsın.
Ama izinsiz bir çalışma bu, kaçak inşaat yani.
Verdiğin rahatsızlıktan ötürüde, hiç rahatsız olmadım doğrusu.
saadet bayri

sustum...