28.7.07

Annem haklıydı

Küçükken nelere üzülürdüm bir bilseniz.
İstediğim oyuncak alınmayınca ortalığı yıkardım. Hele istediğim kıyafet giydirilmesin görmeyin beni. Yanaklarım kızarır saatlerce ağlardım. Ağlamalarım meşhurdu o zaman.
Televizyonumuz henüz yeni alınmıştı: ben beşinci sınıfa gidiyordum yaşım on bir.
Zaten o zamanlarda siyah beyaz televizyonlar vardı. Renkli televizyon bizim için lükstü “vay be t.v. niz renkli mi?"diye diye imrenirdik renkli televizyon alanlara. Hatta televizyona giden anten siyahsa televizyon siyah beyaz, eğer kablonun rengi maviyse televizyon renkliydi.
Çocukluk bu ya o zamanlar gece on'da filimler olurdu. Hani şimdi burun kıvırdığımız türk filimleri. Doksan'dan önce çok meşhur ve de güzeldi. Saatlerce beklerdim ve tam filim başlayacak babam cellat gibi görünür televizyonu kapatırdı. "yeter artık çok izledin" dedimi hiç bir kuvvet televizyonu yeniden açamazdı .
Oysa o saate kadar hiç bir şey izlememiş, türk filmini beklemiş olurdum ama nafile. Saatlerce ağlardım. Aman ne ağlamak hıçkıra hıçkıra, tabir caizse tepine tepine. Sonra uyur kalırdım oracıkta.
Derken zaman ilerledi ve artık ağlamak bile lüks gelmeye başladı.
Ağlamayı bile unuttum.
Küçükken çok mu ağladım bilmiyorum? Ama uzun zamandır gözyaşlarım tükendi. Öyle olur olmaz her şeye ağlamıyorum. Canım sıkıldı mı pencerenin kenarına oturup gelene gidene bakıyorum. Kendimi avutuyorum ve neden hüyümek için bu kadar acele ettim diyede söylenmiyor değilim.
Annem derki "büyüdükçe derdiniz arttı. Meğer siz küçükken en güzel çağımı yaşamışım" Şimdilerde bakıyorum yaşamada, sanırım hepimiz küçükken en güzel çağlarımızı yaşamışız hiç haberimiz olmadan. Ve onları baharda yağan yağmurlar gibi gözyaşlarımızla sulamışız. Büyüdükçe yaz gelmiş her yer yanmış kavrulmuş. Haliyle kuraklık olup, hiç gözyaşı akmamış ve yağmurlar kesilmiş.
Bu yüzden olsa gerek uzun zamandır burnuma çiçek kokusu gelmiyor.
Annem haklı mı ne?

saadet bayri

27.7.07

Uzak diye

Unuttum sanmıştım seni.
Bir akşam rüzgârlar sesini getirdi taa buralara. Kulaklarıma çarpıp geri döndü pişmanlığın.
"Hiç hatırlamam" diyordum seni.
Oysa insan en çok "unuttum" dediğini hatırlarmış.
Yürek küçücük ama içinde ne kadar büyük bir şey saklıyor. Düşündükçe aklım almıyor, ama kalbim bu kadar çok şeyi alıyor işte. Bazen merak ediyorum, akıl mı büyük yoksa kalb mi? Bence ikisi de çok ama çok büyük.
Buralara uzun zamandır kar yağmadı, yağmurdan da eser yok. Anlaşılan göklerde ağlamıyor halimize. Ananem "yağmuru ve karı melekler indiririr" derdi, her yağmurda dua ederdim.
Artık melekler yeryüzüne düşmüyor tane tane. Bulutlar ağlamayınca bende unuttum ağlamayı ve çok uzun zamandır yanaklarıma rahmet değmedi.
Her ne kadar dostlarımız olsada en gizli yanımızı paylaştığımız, bence en büyük sır yüreklerimizde. Baksana neleri saklıyoruz mahzenlerinde. Gizli şatolar inşa edip, içine peri kızını kitliyoruz. Olur ya; belki bir gün bir prens gelip bulur diye bekliyoruz.
Yani yinede umutsuz yaşayamıyoruz.
Bir gün bir damla yaş bir yerlerden sızıp, kirpiklerinin arasına geliyor.
Ve sana iki seçenek kalıyor: Ya akacak damla damla, ya geri dönecek geldiği yere. Akarsa hala seviyorsundur. Akmazsa unutmamışsındır.
Yani kaçamıyor insan kendinden bir yere
saadet bayri

Neredesin sen

Bırakıp bırakıp gittin.
Bazen yıllar, haftalar, bazen günler, bazen saatlerce... "Geçmişim" derken, şimdilerde neredesin hiç bilmiyorum. Sahi, hatırlıyorum da senin için " söz geçmez" demişlerdi. "laftan anlamaz. Kafasına buyruktur, canı ne siterse onu yapar. " inanmamıştım. "olur mu canım ! o kadar da değil." diye diklenmiştim tüm söylenenlere inat.
Yine de seni oturtmaya, izinsiz, sorgusuz birşey yapmayasın diye kollamaya başlamıştım. Ancak sen inatçıydın, taktın mı yapıyordun, gördün mü kanıyordun.
Bir bakış , bir gülüş yerinde durdurmuyor ha bire dikleniyordun.
Senin ardına düşüp şehirlerinden, yollarından, diyarlarından olanları görünce, kızardım "bu kadar basit mi yaşam" diye. "irade, akıl ve hiç bir yaratılmışta olmayan bu kadar cihaz varken, nasıl olur da tek başına hareket eder, nasıl olur da takılıp götürür peşinden sizi. O efendi, biz köle olursunuz. "
Şimdilerde seninle beraber halimi gördükçe hak veriyorum.
Peşinden geldiğim şu şehre, yüzlere, tanımadığım bu kadar çok insana, hele hiç yaşayamam dediğim küçücük şu eve bakınca...

Gerçekten de, tatmayan anlamazmış biliyorum.
Şimdilerde bir türkü dilimde hem seni arıyorum hem söylüyorum.
"lale devri çocuklarıyız biz. zamanımız geçmiş aşk şarabından kimbilir en son hangi şanslı içmiş."
Söylesene neredesin? Kimin kapısında kimin dilindesin? Kime söz anlatıyor, işve yapıyorsun? Yada bir çıkmaz sokakağa düştün de ağlıyor musun?

Yoksa yine mi incindin?
Eğer öyleyse lütfen ses ver.

Sana hiç birşey demeyeceğim inan. Seni bulunca ilk işim sarılmak olacak. Yada yok yok sen en iyisi koy başını dizlerime, ben ağlayayım sen ağla. Zaten en iyi yapabildiğim şey ağlamak.
Biz seninle çok eski iki dostuz. Kim bizi bizden daha iyi tanır ki. Gel saralım yaralarını beraber.

"kaçıncı bu" deme! Olsun, bak artık ellerim titremiyor akan kanları temizlerken, demekki alıştık. Hafife alıp, gülme "alışılır mı hiç? " diye..
Unuttun mu? Alışmakta güzel bir yaşanmışlıktı. Hemde en iyisinden bir teselli "ee ben biliyordum." demek de rahatlıyor bazen insanı.
Tamam tamam konuşmayacağım, ağlamayacağımda öylece dikip gözlerimi saatlerce sana bakıp dinleyeceğim . Gözlerim dolarsa yutkunurum hemen, birşeyler söylemek isterse dilim merak etme hemen ısırırım.
Oldumu şimdi gelecek misin?
Lütfen ses ver nerelerdesin ?
Ey kalbim neredesin?
saadet bayri

KÜÇÜK ŞEYLER




ne kadar küçük şeyler için ağlardık...

bir tutam saç, bir oyuncak araba, bir bebek...

şimdi büyüdük

çok büyük olaylar bile ağlatmıyor bizleri...

ölümler, iflaslar, savaşlar...

şimdi daha mı güçlüyüz yoksa daha mı alışkın?

hayatı öğrenmek alışmak mı acaba?

insan bazen

İnsan bazen ağlamak ister ama gözyaşlarının altında kalırırm diye korkar. Nedendir bilmem en gizli yanımız en ortada olan yanımızdır. Hayatımızın sırrı yok ki. Bir çift göz her şeyi ele verir. Kimse bunu fark etmez. Birbirinizi sevdiğinizi sanırsınız oysa hiç haberiniz yoktur karşınızdakinden. Diyorum ya gözlerimizde bir ışıltı var: o en acı anımızda matlaşırken en iyi anımızda parlar.
Oysa her seven dudaklarımızdaki , yüzümüzdeki çizgilere göre mutlu ve üzgün der. Kimse çözmeyi bilmez gözlerimzin sırrını.
İnsan bazen Yunus olur, dağlarda bayırlarda gezer. Bazen Mevlana gibi bir dergahta tespih çeker "hu - hu ". Bunların hepsi kalbimizin götürdüğü yollardır. İnsan ya heşeydir ya hiç bir şey.

Ortası yoktur duygularının. Ya sevmiştir ya sevmemiş. Sever gibi yapamaz. Hem sevip hem nefret edemez. Velhasıl-ı insan bir ummandır.
Damla damla yaşayan, sicim sicim damlayan.
saadet bayri

18.7.07

NE KADAR UZAKLIKTASINIZ?

Uzaklık bazen mesafeleri ve bazen başka bir diyarı çağrıştırırken, bazen de gözünüzün önündeyken elinizi uzatıp yakalayacağınız kadar yakın bir mesafeyi. Ve bilinenlerin aksine, uzaklık kavramı kişilere, olaylara, duruma göre değişkenlik arz eder.
Genel olarak gurbetin, hasretin, ayrılığın, hüznün başlangıcıdır uzak. Dile uzak kelimesi düşmüş, kalem uzaklara dair acı acı kıvrılıyorsa kâğıtta, gözler yollara dalıp dalıp gidiyorsa, öyleyse uzaklığın adı hasret olmuş çoktan. İllâ birisi olması gerekmiyor, uzaklık deyince hatırladığımız. Bazen memleket özlemidir çekilen. Sıla denince küçük bir köy, şirin bir kasaba ya da hiçbir yerin benzemediği kocaman bir şehirdir hatırlanan.
Bunların hepsi bir yana, İsmet Özel’in dediği gibi: “Kendinin bile ücrasında yaşayan benim için / gidecek yer ne kadar uzak olabilir?” Ve kişi kendine bile uzak olur kimi an. Uzaklığın adı değişir, yüzü, anlattıkları, tarifi… Yani uzaklık bile renk renk olur zaman zaman… Meselâ oğlu askere giden bir annenin gurbet acısıyla ağlayışı, başka bir annenin, oğlunun ölümü dolayısıyla düştüğü gurbet acısı içinde ağlayışı bir değildir. Zira ölüm dünya hayatı çerçevesinde daimî bir uzaklığı yaşatırken, askere gitme olgusu ise gelip geçici bir uzaklığı yaşatıp az da olsa mesafenin kapanması umudunu aralık bırakmıştır. Umut ile umutsuzluk arasında gidip gelir zaman.
Aynı şekilde, yeniden görüşecek olan iki sevgili, sevdiğini uğurlarken ağlar. Her ne kadar ölçülebilir bir uzaklık dolayısıyla ağlasa da, buna karşın ölçülemeyen bir uzaklık da var ki o da çok yakındayken bile içindeki sevdasını dile getiremeyenlerin içine düştükleri uzaklıktır. Ve ölçülebilir, hesaplı-kitaplı uzaklıklara ağlayanların acısından kat be kat fazladır. Bir bakıma, hiç kavuşma umudu olmayanın uzaklığı, bekleyeninkinden daha fazladır. Ve asıl uzak, onun içindir.
Öte yandan, yılda bir defa da olsa, çocukları ziyaretine gelen bir annenin hâli, aynı şehirde oldukları hâlde evlâtları hiç gelmeyen annenin içine düştüğü uzaklık birbirinden çok farklıdır. Düşünün bir kere… Söz gelimi sadece bir yıl yol gözleyen annenin bekleyişiyle, yıllarca yol gözleyen annenin gözünde uzaklığı algılama biçimi farklılık arz etmez mi?
Bir de çok yakınımızda olmasına rağmen, bizi anlamayan insanlarla aramızdaki mesafe de aslında uzaktır. Bedenen olmasa da ruhen ayrı yerlerdeyizdir. Birbirimize bakıp dururuz. Bulunduğumuz ortamlar aynı; fakat aldığımız tatlar başka başkadır. Sanki aynı anda, çok uzak mesafeden bakışırız. Her şeye farklı bakar, farklı yorumlarız. Demek ki, aynı evi paylaşmak bile yakınlık değildir bazı anlarda. Maharet beden ve ruh birlikteliğini yaşamakta.
Bununla birlikte, bir daha hiç dönemeyeceğimiz uzaklıklarımız da vardır. Bunlardan biri, çocukluğumuz. O günlerimizi o kadar özleriz ki, bazen elimizi uzatsak sanki bir şey alıp bizi o günlere götürecektir. Bize o kadar yakın ve o kadar uzak… Hatıralarımız, yaşadığımız güzel günler, “Keşke yeniden yaşayabilseydim” dediğimiz anlar… Hepsi bir nefes, bir göz kapayışı kadar bizimle iken, tutamayacak, göremeyecek kadar uzağımızdadır. Böylece istemesek de uzaklık denen olgu geçmişimizle aramıza girer pervasızca.
Bence uzaklık denince, aklımıza hemen uzak şehirler ve mesafeler gelmemeli. Her uzaklığın kendine göre bir makamının olduğu bilinmeli. Deyim yerindeyse, uzaklık bazen çok yukarıdan boşluğa bırakılmış beyaz bir kar tanesidir. Salına salına yere iner, yuvarlanır, hedefine doğru ilerler. Tam on ikiden vurduğu hedefse kırılıp kırılıp onunla beraber sürüklenen yüreğimizden başkası değil…
Ve insan yaşadığı her mesafeyle biraz daha olgunlaşır. Öğrenir ki uzak diye bir yer yok aynı gökyüzünü paylaşırken…

saadet bayri