28.12.07

Martılar

Kimsesiz bir martıyım.
Bütün martılar bırakıp gitti beni.
Martılar göç eder mi? deme...

Ben seni tanıdığımdan beri hiç uçmadım ki....
saadet bayri

Yüreğimin Elleri

Ellerim üşüdükçe, acımıyor canım ceplerimi arıyorum. Yada ağzımdaki havayla ısıtıyorum. Ama bugünyüreğimin elleri üşüdü.
Bilir misin? Zemherir varmış içimde. Ne yapılır elleri üşüyünce yüreğin? Kalbimin cepleri de yok ne olacak şimdi?
Yardım edebilir misin?
Yada gidişini bir kaç gün erteleyip tutar mısın ellerinden kalbimin?
Nedersin?
saadet bayri

Neden

Biz kimdik?
Bir isimle çağrılırken dönüp bakacak kadar kısamıydık.
Adımızı söylediklerinde cevap verdiklerimiz ne kadar bilirdi bizi.
"ben" in içine ne kadar tanıdık kelime koyabilirdik.
Her gün gördüğümüz yüzümüz, en yabancı olduğumuz yan değil miydi?
Yada "anlat "denildiğinde kaç kelimeye sığdırırdık düşlerimizi
Siz" dediklerinde ismimizle başlayan kelimelerin kaçta kaçı cümle kalıplarına uysun diye söylenirdi.
"seni anlıyorum" diyenler gerçekten anlamış mıydı bizi?
"anladım" demek tam olarak neyin karşılığıydı
Sözlüklerdeki kelimeler, tüm yaşanmışlıkları açıklamaya yeter miydi?
Yada
Yazılan ve "tam beni anlatmış." dediğimiz tüm romanlar
Gerçekten bizi anlattıysa, neden her seferinde şaşıp kalıyorduk yaşadıklarımıza.
Hayat en son ne zaman bizimle şöyle içli içli konuşmuştuda, bizde "haklısın" deyip yargılamıştık tüm sahip çıktıklarımızı.
Terk ederken bir gün, "terk edilebilirim." acısını duyarak mı yapmıştık bu infazı.

Yoksa canımız sıkılmış ve maziye mi dökmüştük bugünü.
Onlar dediklerimiz kim olduklarını anlamaya çalıştıklarımız mıydı?
"bizim" dediğimiz hangi sınanmışlığın neticesinde almıştı bu ünvanı.
Ve yaşam arada zorlarken, biz hep gitmekle mi tehdit etmiştik onu,
Elimizde bir kaç parça acıyla...
Saadet Bayri

26.12.07

Siz Hiç

Siz hiç ağlamak isemediğiniz halde, ağladınız mı? Gitmek istemdiğiniz halde, gitmek zorunda kaldınız mı? Siz hiç içinizde fırtınalar koparken, dışarıdan sakin sular gibi durdunuz mu? Siz hiç yeminler edip, pişman oldunuz mu?
Cevabınız -hayırsa- Öyleyse beni anlama çalışmayın.
İstemiyorum..
saadet bayri

23.12.07

Lütfen Gelme

Lütfen; habersiz git, bir gece yada bir sabah ansızın..
Lütfen; dönememeye yemin et de git
Ümidim kalmasın yollarda,
Aklım kalmasın her tıkırtıda..
Lütfen; gelişine bin acı bırak da git...
saadet bayri

21.12.07

mazim cebimde

Ceplerime doldurdum yarınlara götüreceğim anılarımı. Maziye güvenip, emanet vermedim hiçbir günümü. Şimdi ceplerimde avuçlarımı yakan bir sıcaklık var. Ne dokunabiliyorum, ne çıkarıp atabiliyorum. Kendimi kendimle yakmışım şimdi.
saadet bayri

Sen Gibi

Yeminler etmeden söz söyleyemiyorum nicedir.
O kadar yitirmişim ki kendime inancımı
Sana başlıyan her söz yeminlere önsöz oluyor.
Her sözünü senet bilmişim,
Sen konuş ta istersen yalan olsun her biri..
İnancımı sen gibi, yitirmemişim.
saadet bayri

İkinci El Ayrılık

Çekingen bir esinti gelip yokluyor penceremi. Küçük damlalar çarpıyor camlara... İkinci el bir ayrılık yaşıyorum uçurum kenarında. Geri gidiyor ayaklarım yaşama. Korkum ölüm değil, yalnız kalacaksın bu kimsesiz dünyada...
saadet bayri

19.12.07

Unutmak ve hatırlamak

Unutmak...
Hayatımıza değişik kalıplarla giren, binbir çeşit manası olan bir kelime.
Kimimiz için acıların tarifi, kimimiz için ise mutluluğun.
Unuttuğumuz ya da unuttuklarımıza göre değişiyor ifade biçimi.
Unutmak…
İçine acılarınızı doldurmuşsanız, artık hatırlamıyor olmak size tebessüm ettirir. Vefasızlıklar ise sildiğiniz hafızanızın çeperlerinden, öyleyse ne büyük iyilik yapmışsınız her gün çileden çıkardığınız günlerinize. Hatırlamamak; birçok yaşanmışlığımızın diğer adı olduğunda, daha da kıymetlenir.
Zira biz insanoğluna verilen nimetlerden biridir unutabilmek.
Unutulan…
İki dostun arasında geçen kırgınlığın adıysa, tebessüm yeniden şekillenir yüzlerde. Unutmanın ne kadar güzel bir duygu olduğu söylenir durulur. Zira unutmasaydık, bir daha sevemez ve sevdiklerimizi affedemezdik. Affetsek bile, arada hafızamızın kapılarını zorlayan eskiler canımızı sıkardı. Affettiğimiz kişilerin yüzüne bakarken bir daha ilk günkü sevgimiz, muhabbetimiz, yakınlığımız kalmazdı.
Unutulmuş…
Bir evlâdının hatıralarına değmişte, uzakta yaşlı bir annenin yüreğine yansımışsa. Artık her gün ve gece hüzün, yoklamaya gelir pencereleri, kapıları. Unutmak bazen unutana hiçbir zarar vermezken, unutulanı ince ince sızlatır. Unutulanı yakar hatırlanmamak, çalan telefonda ya da kapıdadır artık kulak. Bir gelen olurda duyamam diye, uykular bile aralık kalır.
Unutmalıyım…
Kelime olup takılmışsa bir aşığın diline, her söylendiğinde, önce dili sonra yüreği yakar. Zira unutmaya çalışmak hiç unutamamaktır. Ve hiç anlaşılmayan sır: Neden sevmek bir an sürerken, unutmak senelerimize bedel olur?
Ve Neruda’nın dizeleri söylenir: “Aşk ne kadar kısa ve unutmak ne kadar uzun.”
Bazen bir anda yaşanan, bin anda unutulmaz.
Unutmak…
Esas unutmak
Bir anda olur.
Hesapsız, kitapsız, kurgusuz, plansız bir anda… Kurmadan, “Unutmalıyım” diye komutlar vermeden akla.
Öyle bir unutur ki insan; unuttuğunu bile fark etmez.
Henüz tam olarak unutamadıklarımızda, önce küçük çağrışımlarla hayal meyal hafızanın perdesine gelir. Sonra o hayal meyal hallerde yiter gider. Ve insan, neyi unuttuğunu bile unutur.
Yaşarken söz verdiklerimiz bile, yiter gider elimizden.
Kalp ağrıları ise en geç silinir hafızamızdan.
Unutma…
İnsanı sevindirirken, aynı zamanda çok üzen bir duygu.
Vedalarda söylenen tek sözcük olur bazen: “Nereye gidersen git! Ama beni unutma.” Sanırım bu söz söylenirken, önemli olunmak istenir, özel olmak. Zira insan, çok sevdiğini özler ve özlenen unutulmaz. Unutulmak artık sevilmemeye de işaret eder bir yerde. Bu yüzden unutulmak yaralar yüreğimizi.
***
Ve insan hatırlar.
En güzel günlerde, en sevdiklerini.
En güzel günlerde, kıymetlilerini.
Hele bu özel günler bayramlara denk gelirse, hatırlanmak ne kadar zevkli ve heyecanlı olur. Yaşlı bir gözden mutluluk damlaları akıtır. Minik bir yüreğe sevgi tohumları düşürür. Ayrı bir sevgilinin gözlerinde sevinç pırıltıları koşuşur.
Ve hatırlandıkça tatlı bir fon olur bayramlar, hayata.
Bu bayram hatırladıklarımızın listesi, diğer bayramlardan daha da uzun olsun. Ve bu uzunluk her yıl artarak devam etsin.
Bu bayramda hatırlayan ve hatırlananlardan olmak duâsıyla.
Not: Bütün dostlarımın “Kurban Bayramı mübarek olsun.”
saadet bayri

16.12.07

Şair Derin Sever

sanırım yazmanın en zor tarafıdır, kendini anlatmaya kalkmak. kalem sahibine gelince lal oluyor, taşlaşıp kalıyor... başkalarına ait yaşamları çok güzel anlatırken, kendine gelince susmayı tercih ediyor.
uzun satırlar ağır gelir çoğu zaman. kısadan tek kelimeyle özetlesem derim bezen yaşamı ama ne mümkün... sayfa sayfa yaşayıp, mısra mısra yazmak ne kadar ince bir iş.
bu sebeple şairler benim için kutsaldır. onlar imkansızın kutsal topraklarına girip, kimsenin bilmediklerini gördüklerinden olsa gerek, her satır ok olur değer en incesine sevdanın.
yoksa cilt sayısı unutulmuş yaşanmışlığı, kıta sayıları belli bir sınıra mahkum edebilirler miydi?
***
şairler; yüreğine göz değen nazarlı kişilerdir.
onlar akıllı sevmeyi bilmezler. her sevdanın sonunda yiter giderler. tane tane kopar yürekleri bedenlerinden.
kaybolurlar, yürek dehlizlerinde...
artık haber alamazsınız onlardan...
bazen günler, bazen aylar sürer toparlanmaları
en yavaşından.
saçılan bütün parçlar toplanır sonra,
kelimeler teker teker saklandıkları yerden çıkar gelir.
bunca yıl vefayla yoldaşlık ettikleri şaririni yalnız bırakmaz satırlar.
kağıdın beyazlığında yitince, anlar şair geri dönmüştür.
şahlanan yürek durulmuş, kanayan yara açık bir halde beklemektedir.
tuz basıldıkça sızlasada
alışıktır.
şaire yoldaş olmak kolay değil, bilir.
***
velhasıl aşk en derinden kanatırken, susar en kelimesizinden şair...
saadet bayri

Sırrım

Sana bir sır vereyim: ben şair değilim. Ama inan sevgilim, bir gün kelimeler dilime gelemeyecek kadar acizleşirse, yaşlarım çekip giderse habersiz... O gün bil ki, ben yaşamımı sende temize çekmişim. Elime kalem almayı bilemesemde üzülme... Ben sana ithaf ettim yeryüzündeki bütün şiirleri. Şimdi bütün sevgililer mısrasız kaldı, üzgünüm.
saadet bayri

14.12.07

Ertesizim

Ellerim duadan inerse, yer gök girer birbirine. Geceler gündüzleri devr almazsa, gözlerim ağlamayı bilmezdi belkide... Uzun bir yolu bittireli seneler olmuş, saçlarıma düşen aklar olmasaydı göremezdim belkide. Ertesizim nicedir, akşamdan sabaha ermedim öyleyse..
saadet bayri

12.12.07

Sessizlik

Sessizlik çarpıyor gecenin karanlığına raks ediyor, yıldızlarla...
Arada rüzgarla kapışıp, devr alıyor tekrar yaşamı. Şafak sökerken rüzgardan çalıntı bir ıslık dilinde, öylece yitip gidiyor yorgun gözlerimde...
saadet bayri

10.12.07

Gidişin

Gidişin değil, her güne "döner mi?" umudunu eklemek yordu beni. Bir açıklama yapmak mı zordu, yoksa cesaretin mi bitti? Birgün sessizce gitmek dahamı sendi. Ben mi yanlış tanımıştım, yoksa sen mi saklanmıştın. Aklıma bin soru takıldıda gitti
saadet bayri

9.12.07

En Fazla

En fazla gelmezsin bir daha. Ve en fazla beni çıkarırsın bir sehpaya, çekersin sandalyeyi.
Ve adımı "aşka kurban" diye yazarsın hatırana. En fazla ölürüm yani...
Daha ne olsun en fazla.
saadet bayri

7.12.07

kardelenler

kar altından çıkar, her zemherirde...
bütün çiçeklerin bırakıp gittiği bir zamanda açar gözlerini.
semaya olan aşktır, onu bu kadar çileye razı eden.
belki kıştır, belki soğuk, belki ömrü bir saatlik olacaktır ama o razıdır herşeye.
ermelidir muradına, görmelidir sevdiğini en imkansız anda.

bütün ağaçların, en dayanıklı köklerin bırakıp gittiği yerde,
dimdik ayaktadır o.
elleri üşüsede, donmuş olsada yaprakları...

semaya aşıktır o, aşk için göze almıştır her fedakarlığı.
baktıkça unutur tüm acılarını,
baktıkça içi ısınır.
yaşam tazelenir onun mağrur duruşunda..
ümidini yitirmeden "bismillahla" çıkar toğrağın üzerine.
ve tamamlar vuslata giden yolculuğunu.
onu sadece şefkate ve sukunete dokunmuş olanlar anlar..
gülümeseyerek seyrederler, sarıya duran beyazlarını.
s.b.

5.12.07

Tarih Kazıyorum

Yazmayı unutmuş değilim, sadece sana ulaşmayan mekuplar saklıyorum. Sayısı belli değil, geçmişe tarih kazıyorum.
Senle dolu her anı kelimelere ekleyip, kağıtlardan yaptığım darağaçlarına asıyorum. Kelimeleri rehin aldım nicedir, hiç bir yerde kullanmıyorum.Yolunu yitirmiş sözlere, hiç bilmediğim bir yol çiziyorum. Yazdığım her satırı zarflayıp yine kendime gönderiyorum. Bütün cümlelerin sonuna üç nokta koyuyorum.
Yazdıkça yenilenip, her zarfı kapatırken sana yeniden başlıyorum.
saadet bayri


Bir zamanlar mektup varmış…

Bir alış veriş merkezi bayram için kampanya başlatmış: “bu bayramda sevdiklerinize kartpostal yollayın, nostalji yaşatın.”
Duyunca içimden bir şeyler uçtu gitti.
Zira postacıları görmeyeli, yâ da yollarını gözlemeyeli epey zaman oldu. Öyle ki ne zaman mektup yazdığımı, gönderdiğimi unutmuşum. Birkaç yıl olmuştur. En son zoraki bir dosta iade-i mektup yapmıştım ki; onun gönderdiği mektubun üzerinden aylar geçmişti benim iade etmeye karar verdiğimde.
Bu reklâmın ardından geçtiğim kırtasiyenin camında duran renk renk zarflar, çeşit çeşit süslü mektup kâğıtlarını görünce duygularım iyice zorladı hatıralarımı. Durup zarflar beğendim, onların içine uyacak kâğıtlar...
Hepimiz biliriz, mektup yazacaksan birbirini tamamlayan kâğıt ve zarf alman gerekirdi. Ve genelde ruh haline ya da yazacağın kişiye göre renk ve desenler değişirdi. Yani en baştan anlaşılırdı mektubun maksadı, içindekiler ve eklenenler.
Şimdilerde bırakın mektup yazmayı kartpostal atmayı bile çıkardık hayatımızdan ki; bir aralar bayağı bir şikâyet ediliyordu: “mektupları kısalttık kartpostal gibi hazır şeylere alıştık” türünden sitemlerdi bunlar.
Bu sözleri diyenler şimdilerde ne diyor merak ediyorum.
Kartpostala bile hasret kalmışken.
Yazı tarzımızın nasıl olduğunu dahi unutmak üzereyiz.
Hakikat şu ki; biz özlemeyi de unuttuk ne zamandır.
Hatırlıyorum da küçükken anneannemden, teyzelerimden mektup gelirdi de defalarca okurdu annem ve bir de ağlardı. Şimdilerde anlıyorum o yaşlar hüznün değil, hasret ve sevincin karışımıydı. Hatta yazılan satırları okumaktan ezberlerdi ki; okumayı öğrenince bende okurdum mektupları ve yanlış okuduğum yerleri annem satırları görmeden düzeltirdi.
Tabiî gelen mektuplara cevap vermemek ne mümkün, okunur okunmaz yazılmaya başlanırdı. Büyükten küçüğe bütün aile fertleri sorulur, selâm edilir. Ve ne var ne yok anlatılırdı. Ve yazılanlarda defalarca okunur, sonra pencerede posta yolu beklenirdi.
En son ne zaman mektup satırlarını okurken gözlerim nemlendi? Hiç hatırlamıyorum ya da öyle bir anım var mı? O bile meçhul.
O kadar özlemişim ki postacıdan mektup alıp, kimden geldiğine bakıp, açarken elimin titremesini heyecandan. Ama artık çok lüks bir durum mektup yazmak ve almak.
Eskiden ucu yanık mektuplar varmış ki, hiç öyle bir mektup görmedim. Ve genelde bu mektuplar hep aşk mektupları, sevgiliye gönderilen mektuplar olurmuş. Bu mektuplardan birini İbn-i Hazm Güvercin Gerdanlığı isimli kitabında şöyle anlatır: “Bir âşığın sevgilisine yazdığı mektubu gördüm. Âşık bıçağı ile elini kesmiş; kanı akmış ve bu mektubu kanıyla yazmış; kanını mürekkep yerine kullanmış. Tabi bu mektubu kuruduktan sonra gördüm. Yemin ederim, kırmızı çini mürekkebiyle yazılmış gibiydi”
***
Artık askerler bile mektup yazmıyor.
Mektup denince birazda askerler hatırlanır. Analardan oğullarına ve asker evlâtlarından analarına gelen mektuplar. Gözyaşlarıyla yazılıp okunan mektuplar. Onlar bile tarihe karışmak üzereyken, mektup tarzı iletişimden söz etmek komik.
Nesil gençleştikçe, anılarımız bile tutmuyor.
Kendimi çok eski bir zamanda yaşamış, yaşı yetmişlere gelmiş ihtiyar gibi hissediyorum. Şimdi o kadar uzağız ki bu duygulara, birkaç sene önceki hallerimizi çok eskiyi yad eder gibi hatırlıyoruz.
Mektup dediğimde şimdiki lise öğrencileri gülüyor “Hadi ya! Gerçekten mi o kâğıtlarla uğraşırdınız? Saatlerce yazar birde günlerce posta beklerdiniz?” onlara o kadar uzak ki bu durum. Oysa o satırlardaki kibarlık, incelik, sevgi, emek, kelimelere yüklenen anlamlar o kadar özeldi ki bunu hiçbir teknoloji harikası karşılayamaz.
Hele şimdilerde her şeyi kısaltmış bir durumdayken, selâm verip almaktan hal hatır sormaktan bile yorulmuş bir durumdayken, bu durumu anlamak zor.
Cep telefonları, sms’ ler, anında iletiler, mailler hayatımızı kuşatmışken, postacıyı sadece telefon faturalarını ve bazı önemli evrakları getirirken gördüğümüzden…
Mektup, postacı, posta kelimelerinin içi boşalmış durumda.
“Mektup yaz, alışkanlıkların tazelensin!” demiş Şeyh Galip…
En güzel alışkanlığımız olan özlemeyi unuttuğumuz şu günlerde yeniden mektuplara bir dönüş mü yapsak.
s.b.

4.12.07

Adı Gitmek

Gideceğim yeri sorma bana. Gitmeye kalkınca elbet gidilecek yer bulunur. Her yer karanlık ve soğuk... İsim o yada bu ne değişir. Bir başka dünya, başka bir şehir yada hiç tanımadığım bir yürek.
Ne olduğu önemli mi?
Belkide terk edilenlerin asıldığı bir darağacı. Adı "gitmek" olduktan sonra, neresi olduğu artık fark eder mi?
saadet bayri

yüreğime göz değdi

Beklediği olmayana, yollar hiç bir anlam ifade etmez.
Takvime her gün işaret koymayanın, günlerle işi olmaz.
Yüreğine göz değmeyenin, bakışında mana aranmaz.
saadet bayri

1.12.07

Ağlama

Olmayanım. Hiç olmayacak yanım. Bir daha var olmayacak eksik tarafım. Adının yanına hasret eklediğim. Yalnızlığa sarıp sarmaladığım. Hiç bir göz değmesin diye gözlerine,
gökyüzüne sakladığım.
Şimdi yağmur var bu şehirde... Yağmurlara dokundukça, yaşların ıslatıyor gözlerimi. Haydi yeter ağlama!
Sus lütfen! Yoksa, sel götürecek bu şehri.
saadet bayri

29.11.07

Unutamam

Unutmak ne mümkün; geçmişin taşlarına kazınmış anları.
Vazgeçmek ne mümkün, yüreğin duvarlarına mıhlanmış bir ismi
Ve silmek ne mümkün,ötelerde kalmış bir sesi, bu şehrin sokaklarından..
saadet bayri

28.11.07

En Ben Anım

Alnından vurmalı en tanıdık yanımızı

Tutup mahkum etmeli, en bizden olanımızı

En iyi bildiğimiz, en yabancımız olur,

Hiç ummadığımız anda kesmeli en "ben" anımızı

saadet bayri

27.11.07

Susmak

susmak; en kanayan yerinden tutmak aşkı
susmak; çare bulunamayan dertlerin tek şifası
susmak; tuz basmak, hiç dinmeyecek gibi görünen bi yaraya
susmak; çok şey söylemek isterken tıkanmak
susmak; hiçbir hakkım yok demek, en çıkmaz bir yerde...
susmak; alnından vurmak tüm sözleri.
saadet bayri

24.11.07

Kendine İyi Bak

"kendine iyi bak." dedin giderken,
"denerim" demiştim,
ama o kadar zor ki, dost olmak kendimle
sanki karşımdaki bambaşka biri
sanki daha önce hiç tanışmamışım gibi,
o kadar yabancıyız.
bir söz söylemekten korkuyorum.
içimdekiler itiraf edince herşeyim ortaya dökülecek diye ürkeğim..
demekki kendime iyi bakmam değil,
kendimle dost olmam gerekiyormuş
unutmuşum.
saadet bayri

20.11.07

yendien demeliyiz

Bir yerlere gizlemeliyim kendimi.
Kimsenin geçmediği sokaklardan geçmeliyim.
Yeni sokakları keşfe çıkmalıyım.
Yada en tenhasını bulmalıyım caddelerin.
Kimsenin oynamadığı parklarda oturmalı.
Kimsenin bilmediği yerlerde dalmalıyım uzaklara.
Arada gülmeliyim…
Kendi kendime konuşmalıyım.
Arkamdan bakan olsa da, beni tanımadıklarını bilmek rahatlatmalı beni.
Yani ilk defa kimseyi düşünmeden, kendim olmalıyım.
Artık uyurken hayal kurmak var, yeni yepyeni.
Kâbuslardan can havliyle gerçeğe dönmek istemiyorum.
Her telefon çalışında yüreğim ağzıma gelmemeli.
Her zil çalışında pencerelere gizlenmemeliyim.
Hayatın içine karışmalı gezmeli, koşmalı, yürümeliyim.
Yani nefes alırken mutlu olmalı, verirken rahatlamalıyım.
Eylül geldi, yaz bitti, kış gelecek telaşelerim olmamalı
Yağmurlar yağdığında hüzünler içimi doldurmamalı.
Her mevsim, her değişim mutlu etmeli beni olduğum yerde.
Yapraklara bakıp umutlanmalıyım.
Bir daha gelecekler diye neşelenmeliyim.
Yani artık değişen ve giden hiçbir şey benden bir şeyler alıp gitmemeli.
Hayata dört elle sarılmalıyım tıpkı ağaçlar gibi; yani her şeyimi kaybederken öylece beklemeliyim.
Mevsimler değişmeli yağmurlar yağmalı, arada güneş çıkmalı ve ben her değişimde aynı asilliğimle ayakta durmalıyım.
Mevsimini beklemeliyim, yeniden çiçek açıp meyve vereceğim günü hayali yaşatmalı beni de. Kendimi değil, geçmişimdeki beni saklamalıyım satırların arasına.
Bana ait ama başkalarının olduğu karelerde silinmeli hafızamdan.
Hiç bir şiir, hiçbir satır, hiçbir melodi beni hüzünlendirmemeli.
Hiçbir göz incitmemeli bakışlarımı.
Sadece kendim için yaşamalıyım.
Bu dünya herkesin olduğu kadar bana da ait.
Bak şu gök, şu yer, şu deniz, şu toprak, şu bahçe her şeyde benim de hakkım var.
Kendimi saklamak neden dört duvar ardına.
Neden yasaklamak her şeyi gözlerime.
Bende çıkmalıyım benim olan meydanlara.
Bende bir taşın üzerine oturup, saatlerce kalmalıyım.
Yağmur yağınca koşmamalıyım. .
Yavaş yürümeli yağmurun ıslatmasını beklemeliyim.
“İnsanlar ne der?” düşüncesi terk etmeli artık beni.
Herkes terk etti diye, sessizlik olduysa çokta önemli değil.
Sessizlikte yankılanan sesler doldurmalı içimi.
Araba sesleri gelmeli arada kulağıma.
Bir çocuk koşarak salıncaklara gitmeli, dünyadaki en mutlu insanı görmenin mutluluğunu yaşayarak bakmalıyım ona..
Yani hayatı izlemeli, ellerimle dokunmalı, her anda hissetmeliyim
Ve bunun için hiçbir şey beklememeliyim.
Her sabah uyanmış olmak yetmeli bana mutlu olmak için.
Saadet Bayri

18.11.07

tırtıl

Görünenle yetinirsen eğer, sadece tırtılı bilirsin.
Çirkindir ya tırtıl, gönlünü çelmez.
Görünenin ötesine geçmek istersen eğer.
Aradan örtüyü kaldırıpta
Gönül gözü ile bakarsan, kelebeği bulursun karşında.
Güzeldir ya kelebek, gönlün ona akar.

Lakin gönül gözünle görürsen eğer ,
Kelebeğe değil, tırtıla sevdalanırsın
(alıntı)

11.11.07

sevme derler bana

aklına bir türkü gelir, düşer yollara gidersin.
bir çiçeksin rengarenksin, sen dalında ne güzelsin.
sevme derler bana sevme
sevince çok üşüyorsun.
ama senin kalbin sıcak, yüreğimi yakıyorsun.
yağmur yağsa üzerine, sırılsıklam ıslanırım
rüzgar değse tellerine, çocuk gibi kıskanırım
sevme derler bana sevme
sevince kayboluyorsun
karanlıkta kaybolsamda, sen hep beni buluyorsun.
sevme derler bana sevme
sevince kayboluyorsun.
herşeyimi kaybetsemde, sen herşeyim oluyorsun.

(alıntı)

Aşk ve Siz

Bir anda girer yüreğinize aşk.
Bir anda bütün yaşamınızı alt üst eder. Öyle yerleşir ki beyninize, artık herşeyde o vardır. Günlük işlerin içinde boğulurken, bir yerlere giderken, birileriyle muhabbette iken uyurken, uyanırken koşarken, yürürken, işte, evde, otobüste "o" öylece hafızanızın bir köşesindedir.
Bütün şarkılar ona yazılmıştır artık. Yaptığınız her aktivite de "keşke oda olsaydı" diye geçirirsiniz. Yediğiniz yemek, içtiğiniz su bile onsuz başka bir tad almıştır. Gülmek bile onun yanındayken güzeldir. Konuşmak onunla olunca anlamlanır. Yani artık yaşamın sebebidir "o".

Yüreğinizin atarken söylediği isimdir. Hiç vazgeçilemeyecek en yaşanılmış andır "o". Ve anlarsınız aşk girmiştir artık yüreğinize.
bir anda gelmiş ve bütün yaşamınızı alt üst etmiştir. İzin bile istemeden gelip, keyfince yerleşmiştir. Hem de en gizli, en özel, en mahrem yerin sahibidir artık.
Göz değmiştir artık ömrünüze.
Perde aralanmış, olan olmuştur . Hesap soramazsınız
"nerden geldin?" Diyemezsiniz. Bakar, şaşırır her şaşkınlıktan sonra mutlu olursunuz.
Gidermi ki?
diye içiniz titrer,
Kırılır mı? diye elleriniz hassaslaşır.

**
Kader ağır ağır ağlarını örmeye başlar birgün, her gelen gibi "o" da gider hiç umursamaz gibi durur
sunuz ardından. "Giden odur, kaybeden de o" der siniz kendinize. Tek başınıza kaldığınızda, dört duvar arasında o zaman ne kadarbüyük bir yer kapladığını görürsünüz. acı gerçek ortaya çıkar.
"Ayaklarınızın bastığı kadarı sizinken, gördüğünüz kadarı o'nunmuş."

saaadet bayri



5.11.07

Özlemek

Özlemek, özleniliyorsa güzeldir.

Tek başına özlem, her gün kanatır insanı

Ama nedendir bilinmez.

Kanadığımız yerler, en çok sevdiklerimizden kalmadır

saadet bayri

1.11.07

insan her zaman unutmaz

Unutamadığınız acılarınız vardır.
Üzerinden yıllar geçse de, unutamayacağınız yaşanmışlıklardır bunlar.
Sizin dışınızda gerçekleşen, sizin hiçbir dahliniz olmadan yürüyüp giden olaylar.
Seneler her şeyi silip gitmiş gibi gözükse de, içiniz acır her hatırlayışınızda…
Seneler sadece başkalarının hafızasından siler geçmişi. Yaşayan siz olunca bir türlü söküp atamazsınız bu acıyı hafızanızın sayfasından.
Bu öyle bir kırılmışlık, öyle bir parçalanmışlıktır ki yapıştırmak isterken keser, düzeltmek isterken kanar.
Yapacak hiçbir şey yoktur, eliniz bağlı, diliniz mühürlüdür sanki.
Ve bu anlarda hep sığındığınıza sığınmışsınızdır, zira O’ndan başka kimse bu acıyı dindiremez bilirsiniz.
Sonra elleriniz her vakit kalkar, duâda kalır. Canınızı acıtanı anlatır durursunuz; her şeyi bilen ve görene.
Sebep olanı, O’na havale edersiniz.
Sizin hiçbir gücünüz yoktur, acizsinizdir kendini güçlü zannedenin yanında.
Kuvvetiniz yoktur, zalimin karşısında.
Ancak O’na olan güven, O’nun “Boynuzsuz koyunun hakkını boynuzlu koyundan alacak olması” içinizi rahatlatır.
Taşlar üzerinde de uyusanız, kuş tüyü yataklarda gibi rahat olursunuz.
Beklemek en zor imtihandır bu anlarda.
Unutulur…
Yaratıcı acele etmez bekler. Bizim gibi öfke hâkim değildir işlerinde, yakıp yıkmaz her şeyi bir anda.
***
Bize zarar verenler yanılır; sanırlar ki ânında görecekler yaptıklarının karşılığını.
Sanırlar ki, hemen çıkacak hatalarının tokadı.
Oysa sabır bize verilen bir nimettir, kullanabilsek doğru zamanda, doğru yerde.
Kimse yaptıklarının karşılığını almadan gitmez bu dünyadan.
İmtihan dünyası olan bu meydanda, elbet yaptıklarımızın, yaşanmışlıklarımızın hesabı sorulacaktır.
Zalim zulmünde, mazlûm zilletinde kalıp göçse de bu dünyadan, yine de beklemek gerekir, zira bilinir ki zalimin cezasını vermeye bu dünya kifayet etmemiştir.
Onu ancak ahiret temizler.
Ama insan görmek ister, canını acıtanın canının acımasını, onu yıpratanın aynı şekilde yıpranmasını.
Ve zaman ilerler, devran geçer, herkes yaptığıyla kalır sanır.
Ve insan bir gün hiç ummadığı bir olayla karşılaşır.
En yakınında görür, bir evlât, bir eş, bir kardeş çıkarır yaptığını karşısına.
Neden böyle oldu diyemez bile.
Vicdan, en büyük hesap sorucudur.
Gecelerce uyutmaz sizi..
Hâlâ ölmemişse içinizde, yaptığınız gözlerinizin önüne gelip, gider.
Siz bile kendinizi affedemezken, başkasından beklemek ne kadar zordur.
***
Böyle durumlarınız varsa yıpratmayın kendinizi…
Lütfen sahibimize güvenip ona havale edin halinizi. Ve hep tekrarlayın şikâyetinizi.
Bazen çok iyi geliyor.
Onun her şeyi gördüğünü bilmek, kudretinin büyüklüğünü, helâl etmediğiniz müddetçe hakkınızın bâkî kaldığını bilmek bile içinizi rahatlatır.
Tabiî günün birinde affederseniz, bu da sizin büyüklüğünüzdür.
Keşke hepimiz affedecek kadar büyük bir ruha sahip olsak.
saadet bayri

29.10.07

Hayat Nedir?

Bütün cümleler bana gelince, söyleyemeden intihar etti.
Tam ben konuşacaktım ki; nefesim durmakla tehdit etti.
Yani sana edeceğim tüm sitemler, boğazımda düğümlü kaldı.
Hayat nedir?
Tanıdığımız, bildiğimiz bişey mi?
Öyleyse sevince yaşadığımız ve terkedilince yaşadığımız nedir?
İkiside aynı değil, öyle olsaydı eğer, neden birinde ayaklarım yerden kesilirken, diğerinde nefes almak bile zorlaşıyor.
Ve neden yüzümden eksilmeyen gülümseme bir daha gelmiyor?
saadet bayri

23.10.07

züleyha



Züleyha…

Su perisi, en büyük âşık, âlemin en yaralı kadını.
Tanıdık bir yüz, herkesten biri ama hiç kimse.
O, gizli kalan tarafımız, sakındığımız
Söyleyemediğimiz en gizli sırrımız.
Âşık olduğumuz, inkâr ettiğimiz, itiraftan korktuğumuz.
Züleyha…
En cesur halimizken en yitip gidenimiz.
Olmayanımız, görmeyenimiz, imkânsızımız…
İçimizde inceden sızlayan, her sızıda bin “ah” çekişimiz.
Yani vurgun yediğimiz, vurulurken ses vermeyenimiz.
Züleyha…
Hükümsüz duygularımız, kesip fırlattığımız yanımız.
Bekleyen, beklerken defalarca ölenimiz,
En cesurumuz, en kadınımız, en yüreklimiz
Büyüklüğünün tarifi olmayan bir yangında, kavrulanımız.
Sabırsız olan, bekleyemeyen, en umutsuz anda en umutlu olanımız.
Züleyha…
Yetmiş deve mücevheri sevdiğini “gördüm” diyene, feda edenimiz
Onu gördüm diyen her dili, her gözü mukaddes sayanımız.
Aşkı uğruna dünyayı eliyle itip, bir defa bile dönüp bakmayanımız.
Onun bir defa yüreğine sapladığı bıçak, bize binlerce defa saplamak için emanet edenimiz.
Yani en kanayan yanımız.
Züleyha…
Dilinde tek isimle gezenimiz.
O, aşktan utandırıp, “bir daha böyle sevilmez.” dedirtenimiz.
Zindanlarda çürüyenimiz, her gün, gün doğmadan batanımız.
Yıldızların bakmaktan çekindiği en bakir tarafımız.
Kimsenin bilmediği, tanımadığı yüzümüz; yüreğimizin hicap perdesi.
Sevmekten usanmış, çürümüş zerrelerimizin ab-ı hayatı.
Züleyha…

Baktığı her yüzde aynı cemali görenimiz.
Kendimizden bile sakladığımıza gark olanımız.

Bütün servetini yoluna harcadığı,
Onu gördüm diyene dünyayı bağışlayanımız..
Züleyha…

En cesurumuz, en yiğidimiz, en cüretkârımız.
O aşkı ilk ve en son yaşayanımız
Kolay mı?
Cihana değer bir güzele gönül vermek,
Kolay mı?
Bu kadar ağır yükü taşımak.

Ve bütün şehir karşındayken, sahip çıkmak sevdaya
O bizim bırakmak istemediğimiz halde, çöllerde bırakıp kaçtığımız.

Züleyha …
Sadaka yerine istenilen gülümsememiz.
Anlayamadığımız en çılgın yanımız.
En acımasızımız, sevdim dediğinde her şeyi bitirenimiz
Onsuz sabah edemezken, zindanlara giren en zalim yanımız.

Hem çok sevdiğimiz, hem korktuğumuz.
İmrendiğimiz, keşkeleri sırtına yüklediğimiz…
severken arkasında olduğumuz, destek verdiğimiz..

Ama kavuşamayınca yerlere attığımız,
Yanaşmadığımız, sahip çıkmadığımız yanımız o.

Züleyha bir daha asla yaşamayacak kadın yanımız.

saadet bayri

http://www.yeniasya.com.tr/2008/11/13/yazarlar/bfidan.htm

20.10.07

Kendine Özel Kılmak




















Özel olmak…
Her birimiz özel olarak yaratılmış varlıklarız.
Her ne kadar çok beğendiğimiz bir şey karşısında “Rabbim özenerek yaratmış” tabirini kullansak ta, hata ederiz.
Çünkü yaratıcı yarattığı her şeye aynı özeni göstermiştir.
Yoksa bu kadar mükemmel olur, hiçbir iş bir işe mani olmadan çalışır mıydı?
Ve en önemlisi hiç birimizin bir diğerimize benzememesi…
Bu halimiz dahi ne kadar hassas ölçülerle yaratıldığımızı gösterir.
Her uzvumuz şekil ve yer olarak benzese de, mutlaka birbirimizden ayırt edilebiliyoruz.
Bu durumda, bizim yaratıcı katında ne kadar önemli olduğumuzu anlatır.
Bu sırdan mıdır bilinmez, biz insanlar da her halimizle özel olmak, farklı olmak için uğraşırız.
İyi bir iş başarmışsak, o işi sadece biz başarmış olalım.
İyi bir yemek yaptıysak, sadece bize ait olsun o yemeğin içindeki sır.
Güzel bir kıyafet giymişsek, başkası aynı kıyafetten almamış olsun.
Sırf bu farklı olma aşkının dürtüsüyle; ne yollar kat eder, ne mesafelerde yitip gideriz hiç bilmeden.
Öyle ki; birçok kişinin yaptığı bir işi yapıyorsak, tek korkumuz farklı olamama olur. Damgamızı vuramamak, kendimize has kılamamak.
Oysa yapılan her ne ise o işte özel olmak, bazen çok iyi iş çıkarmaktır. Yapılmışa yenilerini eklemektir. Yoksa yapılanı anlaşılmaz kılıp, değiştirmek, saçma sapan bir hale getirmek; özel olmak değildir.
Farklı olma hırsı, bir anda kişiyi alt eder, hiç fark ettirmeden hem de.
Dışarıdan çirkin görünmüşüz, uçuk-kaçık değerlendirilmişiz. Yâda kendimizi anlatırken dinleyen hiçbir şey anlamamış, bu önemli değildir. Kişi sadece kendi tatmini için uğraşır.
“Ben farklı olayım da kim ne anlarsa anlasın.” Fikri yerleşmiştir her şeye. Öyle bir an gelir ki; artık anlaşılmasak da, beğenilmesek de olur.
Oysa hiçbir şey değilizdir henüz. Zaten hiç bir şey olamadığımızdandır bu Kaf dağında oluşumuz, yerlere basmayan ayaklarımızın olması.
“Bildiğin, karşındakinin anladığı kadardır.” sözü sadece Mevlana’nın kendi için yazdığı bir prensiptir. Bizim başka prensiplerimiz vardır.
İşte tam bu nokta da başka bir durum ortaya girer ki, en tehlikeli yanı da budur farklı olmanın, sınırıdır belki de: “Kendini mükemmel görme yanılgısı.”
Oysa büyüklerden biri olan İmam-ı Azam’ın “Bilmediklerim başımı göğe erdirdi.” diyerek gösterdiği tevazu uçup gitmiştir bizden.
Olurda biri eleştirmeye kalkarsa, “Bu benim tarzım. Kimse karışamaz” olur cevap. Olurda iki kelime demek ister bilenlerden biri, ”Ben ne yaptığımı biliyorumdur” gelen cevap.
Ne hikmetse hep bilen, anlayan, anlatan kişi olup çıkmışızdır. Diğerleri ise hep bilmeyen taraftır.
Ve insanın yanılgıları alır başını gider. Durup soluklanmaz, bekleyip görmeye çalışmaz.
Ta ki, yolun bir yerinde bir taşa çarpana kadar, sürer bu koşturma.
Bu hal, kendini en çok gençlerde gösterir.
Kendini tanımaya başladığı anda, bilmeye de başladığını sanır genç.
Bir an önce sivrilmek, fark edilmek olduğu için amacı, bu yolda her şeyi mubah görür.
Bundan değil midir? Kulaklara takılan birden fazla küpeler, ne kadar acırsa acısın dayanılan dövmeler ve vücudun hiç ummadığınız bir yerinden çıkan plesingler.
Başka nasıl bir açıklaması olabilir ki?
Yırtık pırtık kıyafetlerin, hayretle baktığımız renklerin, “bunu nasıl giymiş” diye şaşırılan üst üste tişörtlerin ya da eteklerin. Saç renginin, kesiminin, dinlenilen müziklerin.
Anlamadığımız bir dil, tanımadığımız bir yaşamdır onların ki…
Azıcık dudak kıpırdatsak, “Sen ne anlarsın ki” olur.
Bir şeyler için uyarmak istesek, kapı yüzümüze çarpılır.
Bizim de bir zamanlar genç olduğumuz, onlar için bir anlam ifade etmez. “sizin zamanınız farklı imiş.” Sözüyle susturuluruz.
Sanki biz hiç genç olmamışızdır, gençlik bizim yanımızdan geçip gitmiştir, uğramayı unutmuştur. Ya da bize uğrayınca akıllı, uslu durmuştur.
Aramızda uçurum kadar derin bir yaş farkı vardır. Bu fark hiç azalmayacak ve bir daha anlaşamayacağızdır.
Genç olmak mı zor? Yoksa genç bir bireyi tanımak mı? Takılıp kalırız.
Biliriz bir gün bizi anlayacaktır, o anlayacağı güne kadar az tahribatla geçmesi olmalı çabamız.
Birçok ebeveynin karalar bağladığı bu durum karşısında yapılacak; sabırla mücadeleye devam etmektir. Ve sabır bizimde çok zor öğrendiğimiz bir yaşanmışlıktır, uygulamaya kalkmak ise en zor olanıdır.
Unutulmamalıdır ki: “Yuva insanı düşerken tutan yerdir. Ve her insan düşer bir gün.”
saadet bayri

10.10.07

sen bitmedin...











Birgün büyürsem...

Küçükken hayatı çok eğlenceli sanırdım.
Koşarak, atlayıp, zıplayarak geçen o yıllarımda sanırdım ki; boyum uzarsa topa daha iyi vuracağım. Topun peşinden koşarken ve “gol” diye bağırdığımda sevinçten havalara uçacağım. Babamı köşede görünce kaçıp saklanmak zorunda kalmayacağım. Akşama kadar, hatta sabaha kadar oynayabilecektim.
Annemle gittiğimiz zoraki misafirliklerde, çocuklar için özel hazırlanmış kocaman sofra yerine, bana da özel bir tabak gelince çayın tadı bambaşka olacaktı. Elimde ince belli çay bardağı, evin en güzel koltuğunda oturmuşum. Evin sahibi, ya da gelen diğerleri beni de öpüp, halimi-hatırımı soracak. Ben de bilmiş bilmiş, büyümüşlüğün keyfini çıkarta çıkarta cevap verecektim. Düşünürdüm ki; bu kendimi görmek istediğim tek sahneydi.
Sanırdım ki; televizyonda izlediğim çizgi film kahramanlarının yaşına gelince, onlar gibi hep maceralara atılıp, sonra da izlerken “Ben de şunları yaptım” diyerek meraklanacaktım. Çizgi film izlemek o zaman daha güzel olacaktı. Özendiğim ve küçük olduğum için yapamadığımı sandığım, her şeyi yapma imkânım olacaktı. Ya da annem, ne yapıyorum diye ikide bir gelip, kontrol etmeyecekti.
Küçükken hep elimden tutulmuştu. Oysa tek başına yürümenin zevkini çok merak etmiştim. Sanırdım ki hiç kimseye ne yaptığımı söylemeden çıkıp gidince, herkese ve her şeye bir başka bakacaktım. Hayat çok daha farklı görünecek, baktığım her şeyin duruşu değişecekti. Ellerim tutulmadan yürüyünce, daha bir güzel atacaktım adımlarımı. “Yürümek hiç bu kadar keyifli olmamıştı” diyecektim.
Sevdiğim kızın adını rahatlıkla söylediğimde mutlu olmuştu annem ve babam. Sanırdım ki; büyüyünce hemen evlenmeme müsaade edecekler, onunla bu evde yaşayacak ve hep oyun oynayacaktım. Ne güzeldi küçükken sevmek, o da beni seviyordu işte. Annesi Jale teyze, haftada bir kaç kez bize geliyordu. O da biliyordu kızını sevdiğimi, yoksa izin verir miydi evcilik oynarken benim baba, Buse’nin anne olmasına?
Sanırdım ki; biz büyüyünce yine böyle ele ele olacaktık. O zaman sevdiğim kızı rahatlıkla parka götürebilirdim. Bunun için kimseden izin almak ve yanımızda birinin gelmesine gerek kalmazdı.
Salıncakta sallanmaya bayılan ben, mutlaka yanımda biri olmadan gidemediğim park. Karşıdan karşıya geçemediğim caddeler. Sanırdım ki büyüyünce parka tek başına gideceğim ve salıncakta istediğim hızlılıkta uçuracağım kendimi. Karşıdan karşıya geçmek için, birinin eline ihtiyacım olmayacak. Her an istediğim yerde, önce sağa, sonra sola, sonra tekrar sağa bakıp kendimi karşı kaldırımda bulacağım.
Küçükken ne kadar çok benim olmasını istediğim ve başkalarıyla paylaştığım şeyler vardı. Büyüyünce her şey benim olacaktı. Benim odam, benim yatağım, benim dolabım, benim sabunum, benim havlum… Ve her sabah uyandığımda kimbilir ne kadar mutlu olacaktım. Benim olan şeylerin içinde.
Sonra bir gün baktım ki büyümüşüm. Tek başıma sokağa çıkabiliyordum ancak parklara gitmiyor, sadece önünden geçiyordum. Artık salıncaklara binmek o kadar eğlenceli gelmiyor, hatta ayıp sayılıyordu. Yürümeyi bile unutmuş, geç kalmayayım diye ya araçlarda, ya da koşturmaca içindeydim.
Artık tek başıma yürüyordum ve tek başıma yürümek hiç zevkli değildi. Yanımda biri olsun diye uğraşıyordum. Elini tuttuğum güvendiğim birine ne kadar da çok ihtiyacım vardı. Misafirliklerde elime gelen tabaklara bakamıyordum, fazla kilolarla başım dertteydi. Sevdiğim kızdan başka birçok kişiyi sevmiştim. Sevdiklerim değişmişti ama o heyecanı, mutluluğu bir daha kimsede ve hiçbir yerde bulamamıştım. Çizgi filmleri izlemiyor, bize göre olan filmler de hep ağlatıyordu. Benim yaşadıklarımla, kurma hayatlar birbirine hiç benzemiyordu.
Velhâsıl küçükken yaşadıklarımın hiçbiri büyünce olmayacağını, hiçbir tadın o anki kadar lezzet vermeyeceğini söylemediler. Söyleselerdi büyümezdim zaten.
saadet bayri

8.10.07

hayatın son kullanma tarihi var mı?

Hepimizin yaşadıklarımıza dair pişmanlıkları vardır. İtiraf ettiğimizde çok geç kaldığımız. "Keşke" dediğimizde, "keşke" demenin bile vaktinin geçtiği zamanlarımız. Bir anlık öfkeyle söylenen sözlerimiz. Başkalarına danışarak aldığımız kararlar, bunun neticesinde yanlışlıklarımız vardır. Daha sonra hata yapıldığı bilindiği halde, geriye dönemediğimiz için sancılarımız. "Eyvah ben ne yaptım." Diyemeyecek kadar altında ezildiğimiz fevri hallerimiz.İnsanı ne kadar harap eder, ne kadar ezer bu durumlar. Bu ezilmişliğin altında da sadece bizim duyduğumuz çığlıklar kalır. Öyle bir sızı girer ki yüreğimize, acısı senelerce geçmez.Yaşanan en ufak sorunda acı en ücra yerinden çıkıp, dikilir karşımıza. Başımız öne eğilir, kelimeler biter. Belki kendimizi suçlarız, belki bir kaç kişiyi. Suçlu kim olursa olsun, pişmanlıklarımıza sebep olanlar hiç bir şey olmamış gibi hayatını yaşarken, sancıyı yüreğine alan çeker. Birçok dost, arkadaş, sayısız sevenlerde olsa etrafta, pişmanlık girdi mi yüreğe acısı kolay kolay geçmez. Yaşadığımız en ufak bir sorunda "keşke o zaman şunu şöyle yapsaydım" der kalırız. Ne geriye dönebilir, ne geçmişten âna gelebiliriz. İki çarmıh arasına gider gelir ömür. Ne kadar kitap okunsa, söz dinlense, nasihat uygulanmaya konulsa da nafile, bir kere pişmanlık gelip keyfince kurulmuştur tahtına. Her anda batırır iğnesini, kekremsi bir tat alır yaşananlar. Ve insan sonunda anlar: ağlamakta tek başına, gülmekte. Geriye dönüşü olmayan her olay insanı perişan eder. Bu sebeple "Hayır- Evet" demeden önce iyice düşünmeli kişi. “Bu kararı vermemde sebep ne; korkularım mı gerçekler mi?” diye defalarca sormalı. Zira sağlıklı alınan her karar, seneler sonrada hatırlansa "iyiki öyle olmuş." dedirtir insana. En zor anda dahi sızlatmaz kişiyi. Ama insan bazen ayrıntılarda boğulur. Korkularına teslim olur. Ayrıntılar karşısına geldiğinde korku silahlarıyla savaşır onlarla ve kaybeder. Kaybını yıllar sonra başka bir olayın için de fark edince, işte o an kayar gider elinden, benim dediği bütün sahiplikleri. Bardak yere düşmüş ve kırılmıştır artık. Ağlasa da boş, yalvarsa da ...İnsan bazen yüreğini hiç bir yere sığdıramaz, kimselere emanet edemez. Onu her şeyden, herkesten saklar. Belki vermiştir de yere düşürülmüş, bir yerleri çizilmiştir. Bu düşmeden arta kalanlar bu kadar çekingen yapmıştır. Tecrübeler insanı olduğundan, istediğinden daha farklı davranmaya iter. Unutulan ise, hayat bazen gözü kara olmayı ister. Ve insan fark eder ki: cesaretle korkaklık birbirine tıpatıp benzer."Ayı yavrusunu severken öldürürmüş" derler. İnsanlarda birbirinin kıymetini kaybedince anlar. Tam yitip giderken elimizden çok sevdiklerimiz, birçok sözler veririz. "Bir daha öyle yapmayacağım, bir daha bu şekilde olmayacak" diye. Belki gerçekten değişmişizdir, evet bir daha bu şekilde olmayacaktır. Karşımızdakini üzdüğümüz o olaylar tekrarlanmayacaktır. Ama bitmiştir artık. Kırılan bir bardak değil yürektir ve her şey incelikten kırılırken, bir yürek kalınlıktan kırılır. Fark edildiğinde yapılacak bir şey kalmamıştır. Pişmanlık. Yalvarsak ta, kölede olsak bitmiştir artık. Dal kırılmış bir kere, artık rüzgâr dinse de olur dinmese de.. Yarının, diğerlerinin kıymetini bilmek için bazen kaybetmek gerekir. Yoksa ne gelenin kıymeti bilinir, ne kazanılanın, ne verilenin, ne affedilenin. Bazen kişi kendini çok güçlü hisseder. O kadar güçlü ki, hiç düşünmeden yakar her şeyi, her yeri. Sonra yaktıklarının en çok ihtiyacı olanlar olduğunu görünce, küllerin başında ağlamayı bile gurur sayar. Giderken daha hızlı koşar, yaşlar savrulurken etrafa. Her birimizin ayrı ayı pişmanlıkları var. Ancak pişmanlıklarımızı itiraftan bile aciziz bazen. Gururumuzdan, korkularımızdan neler yitti hayatımızdan, ne başlamalara geç kaldık. Başkaları yüzünden ne keşkelerimizi düzeltme imkânlarını kaçırdık elimizden. Konumumuzdan, çevremizden, yada “nederler” demekten, bir özür bile dileyemedik.Küçük korkular çekti yaşamımızın satır başlarını. Ve hayat her olayda fısıldadı "son kullanma tarihim yok ey insanoğlu"

saadet bayri

7.10.07

Sen....

her sabaha adını yazıyorum.
her akşama yüzünü kazıyorum.
yol bir tesbihse tanelerini sen diye çekiyorum...
Habib Fidan

4.10.07

Kaçak İnşaat

Uzun zamandır hummalı bir inşaat vardı kalbimde.
Çekiç, çivi, harç derken anlayamamşıtım.
Şimdi gördüm, yüreğime adını kazımışsın.
Ama izinsiz bir çalışma bu, kaçak inşaat yani.
Verdiğin rahatsızlıktan ötürüde, hiç rahatsız olmadım doğrusu.
saadet bayri

sustum...


29.9.07

Ne Desem

Ne desem isminle başlıyorum. Aldığım her nefesin içinde kokun.
Ne yapsam, nere dönsem senden bir parça dağılmış heryere.
Topluyorum.
Ben topladıkça, ardımdan yeniden dağılıyor.
İnsan hayatını ya yok saymalı, ya yaşamaya çalışmalı yarım.
Bir bütünü ayırmak diğerinden mümkün mü?
Öyleyse söküp atayım içimden sana ait herşeyi...
Öleyim yani, yaşamayayım zaten yarım yaşanmaz ki.
saadet bayri


28.9.07

çocukluk


Cesur Görünmeliyim

Çok çesur görünmeye çalışmalıymışım. Yaşam korkakları sevmezmiş. Öyle görünüp kandırmalıymışım.
Beynim hemen kanar, korkuyu unuturmuş.
İyi de, benim söyleyeceğim bütün sözleri biliyor aklım.
Gerçekten cesur olmak varken, neden kendimi kandırayım.
saadet bayri

27.9.07

Sukutum

Bütün sandığım yanlarımın hepsi yarım.
Benim dediğim tüm duygularım, alıp başını gitmiş.
Bu yangından arta kalan;
Sızlayan ellerim, yazamayan kalemim.
Ve bir yanı yanmış resimlerim.
saadet bayri

24.9.07

Gidemiyorum

Ne desem havada asılı kalıyor. Ne ben inanıyorum söylediklerime, ne bir başkası.
Alıp gideyim diyorum kendimi, bıraktıklarım peşimden geliyor.
Herşeyi bırakıp gitmek ne mümkün,
Bütün tarihim peşimde, nereye gitsem hep yanımdalar.
Öyleyse neyi terk edip gideyim şimdi.
saadet bayri

...


"bir kızım olsaydı eğer adını "Havva" koyardım.

Hayat onunla başlasın ve bir adam O'nun uğrunda cennetten tekrar
kovulmayı göze alacak

kadar çok sevsin diye."

Ahmet Savaş

22.9.07

KEŞKE...


Kendini tanımama yanılgısı...

Yanılma şansı vermedik hiç kendimize. Gözümüzün yaşına bakmadan sorguladık her şeyi. En ufak hareketimizi, bakışımızı sözlerimizi… “Bunu neden böyle yaptım? Neden oradaydım? Neden şöyle baktım?” diyerek tükettik anları. Çakışıp durduk kendimizle, karşımızdaki başkasıymış gibi. Bu kadar yakın ve o kadar uzaktık yani. İki yabancı gibi söyleşip durduk hep. Bu yüzden beğenemedik hiç. Her yaptığımız suç, her söylediğimiz yanlış oldu. Keşkelerin sayfasını okumaktan, sabahlara kadar uyumadık. Hep hata yapan, bir türlü doğruyu bulamayan taraf olarak kaldık. Peki, bu kadar suçlu olmanın, eleştirmenin neticesi ne oldu: Kocaman bir hiç!
Her yanlışın ardından doğruyu yapmaya çalışmak yerine, cezalandırdık kendimizi. En büyük ceza ise, vazgeçmek oldu yaşamaktan. Zannettik ki, biz ara verince her şey bizimle beraber durur ve tekrar dönmemizi bekler. Yanıldık; hayat, zaman, gün, saat ve saniyeler koşar adım geçip gittiler. Mevsimler geçti, yıllar birbirine eklendi ve yaşımız, yüzümüz, boyumuz, halimiz o günkü gibi kalmadı; büyüdü büyüdü.
Biz neredeydik, hep aynı yerde. Geçmiş denilen duvarın önünde çömelmiş bekliyorduk. Gelen, geçen kimse görmesin diye elimizle kapamıştık gözlerimizi. Oysa yanıldık, deve kuşu misâli her gelen ve dönen gördü bizi. Sadece biz göremedik, geçerken hayat kapımızın önünden. Sandık ki; böyle beklersek yapılan yanlışlığın, hatanın, eksiğin, kırığın-döküğün hesabı bize sorulmaz. Tamamen aklanır, istediğimiz zaman döneriz kendimize.
Fark etmedik; beklemek daha da hatalı kıldı bizi. Ertelenenler yaşanmadığı zamanda kaldı, tekrar döndüğümüzde uzanıp alamadık. Ve birçok şey yaşanmadan geçti gitti. “Olsun yine de yaşarım ben” deyince de… Yaşamak istediklerimiz birkaç beden küçük geldi ve komik duruma düştük. Bu defada oturup beklediğimiz yılların hesabını sorduk kimi gördüysek. Suçlu tek değildi artık, tanıdığımız kişilerin hepsiydi.
Sorduğumuz soruların cevabı tatmin etmedi. “O zaman öyle gerekiyordu” cevabı yetmedi. Kararlarımızı sorguladıkça, çıkmazlara düştük. Oysa unuttuk; her yaşın kendine yakışan hataları, yanlışları ve kırgınlıkları vardı. İnsan daha büyük yaşlara bu kırıklarıyla ulaşıyordu. Düştükçe düşmemeyi öğrenen, bir yeri acıdığında “Ağlasam mı?” diye annesine bakan küçük bir çocuktu insan. Oysa biz; ne çocuk, ne genç, ne yetişkin hakkı tanımadık. Yıprandıkça yıprandık. Hükümsüz bir kayıp olarak kaldık geçmişin sokaklarında.
İnsanı en çok kendiyle kavgası yorardı. Mükemmel olmaya çalışmak ise, en zoruydu yaşananların. Çünkü insan bir anda mükemmelliğe ulaşamazdı. Bu gayrete düşmek, tıpkı hızlı bir trenin içinden geçerken, dışarıda gördüğümüz çiçekleri koparmak gibi yaralardı.
Kişi hatalarını ve yanlışlarını gülümseyerek karşılamalıydı. Deve kuşu gibi görmemezlikten gelmek değil, görüp bir dahaki sefere yapmama gayretine girmekti doğru olan. Elbet tercihlerimizi yaşardık, ama her tercihimiz doğru olacak diye bir kaide yoktu. Sonuçta Yaratıcı bizleri insan olarak yaratmış, hata ve yanlış yapabilme ihtimaline binaen affedeceğini sürekli hatırlatmıştı. Bu sebeple insan her dönüşünde Mevlânâ’nın sesine kulak verip; “Gel ne olursan ol gel nidasını” duymalıydı.
En suçlu anımızda tutunmalıyız kendimize sımsıkı. Yoksa düşeriz uçurumlardan aşağıya. Paramparça olur elimizde kalan; diğer yarısı hayatın. Her şeyi duymak, her şeyi bilmek, her şeyi görmek mahveder insanı. Unutmak ise akla damlatılmış rahmet damlası.
Oysa insan bazen oraya buraya savrulurdu. Bazen ayrılırdı kendinden dalını terk eden yaprak gibi. Bazen uzaklara sürüklenip giderdi, selin önüne takılan kum tanesi gibi. Ama bu hep böyle kalmazdı. Çünkü hep sert esmezdi rüzgârlar. Tekrar kavuşurdu terk ettim sandıklarına. Bu dönüş hep farklı olurdu; daha bilinçli, daha tanıdık, daha bilge ve daha şefkatli.
Dönüşlerde yerimizde olmamız temennisiyle…
saadet bayri

20.9.07

Gitme desem

Yani sen şimdi diyorsun ki;
Bu kadar yükün altından kalkmak için kaçmak lazım.
Yani bırakıp gitmek, ardına bile bakmamak
Sen şimdi diyorsun ki;
Beklemek insanı küflendirir, yorar
Velhasıl yerden yere vurup paramparça eder.
Yani sen şimdi gidiyor musun?
Onca kurulmuş şeyi, o kadar uğraşı, mücadeleyi
Her şeyi böylece bırakıp, alt üst, darmadağın ve öksüz

Yani beni bir başıma bırakıp bu koca şehirde, gideceksin öyle mi?Demek çok yoruldun, senide alt etti bu yaşam
Onca emeğin karşılığını almak mıydı ki tek dileğin
Oysa her gün bir fırsat daha verilmiyor muydu?
İkimize..“ yeniden” demek için her gün bir şans daha.
Bahçede ki ayrık otlarını temizlemeden mi gideceksin?
Hacı teyzenin iğnesini vurmadan, aşağı fırından pide almadan

Yani sen her şeyi öylece bırakıp, alıp başını gideceksin öyle mi?
Odalar boyanacaktı, geçen akşam karar vermiştik
Oturma odası mavi, mutfak pembe, balkonlar yeşil demiştik
Bu kararı ne zor almıştık.
Ben kırmızı olsun diye diretmiştim.
Sen “olmaz kırmızı değil maviye boyayalım
Deniz ve gökyüzü gibi erişilmez olsun evimiz.
Her odaya girince içimiz açılsın,
Mutluluk renklerin elinde, ucunda olsun” diye kandırmıştın beni.
Gülmüştüm, bu kadar geniş hayal gücüne sahip olman hep heyecanlandırmıştı beni.
Ama şimdi gideceksen ne olacak mavi gökyüzü, deniz ve duvarda uçan kuşlar,

Sen bütün bu beyazları böyle duvarda bırakıp mı gideceksin?
Sahi sen beni bana bırakıp gidiyor musun şimdi?
Hani gördüğüm o kırmızı paltoyu alacaktın bu aybaşında,
"ne de yakışır" demiştin sana,
"yeşil gözlerin parlar kırmızıyla
Belki kış soğuk geçer, sımsıkı sarılırsın ona
Atarsın o eski paltoyu, zaten çok üşütüyordu seni"
Yani sen beni bu kış üşütüp mü gideceksin.?
Yani o kırmızı palto öyle vitrinde mi kalacak?
Her geçişimde ona içli içli bakacak mıyım?
Yâda, bir başkası alacak ve kışın başkalarını mı ısıtacak?
Yani sen beni böyle titrerken mi bırakıyorsun?

Artık vazgeçip gidiyor musun buralardan?
"marketten bir maydanoz al" demiştim
"maydanoz marketten mi alınır, ben sana ellerimle yetiştiririm"
Diye beni ne mutlu etmiştin.
Yani şimdi bir daha maydanoz olmayacak mı bahçemizde?
Senin yetiştirdiğin, ellerinle büyüttüğün maydanozlar
Öyle kuruyup gidecek mi?
“Ahmet amca iş çıkışı yanıma gelsin demişti,
Hem bana yardım eder, hem bir kaç kuruş daha kazanır.”
Dediğimde ne sevinmiştin
“Allah insanı darda bırakmıyor” diye gözlerin parlamıştı
Şimdi ne olacak Ahmet amca çıraksız kalacak.
Ya çok yorulursa, ya oda üzülürse
Bir daha düşün giderken olur mu?
Kim yıkar elbiseni?
En sevdiğini çorbayı kim yapar?
Kim çay demler sana her yemeğin ardından, söylesene kim?

Gidersen git! ama üzülür bütün mahalle…
Komşular seni sorar her gün.
Beni boş ver, bakarım başımın çaresine ama ya diğerleri…
Keserim tüm alakamı yaşamla ama onlar
Hepsi ayrı ayrı üzülür dayanamazlar ki..
Hacı teyze çıkmaz pencereye, sormaz seni ne zaman gelecek diye...
Çocuklar eve gelmene yakın bizim kapıda oynamazlar,
Sesleri gelmez her akşam evimize.
Sonra onlara kim şeker verir.

Yani sen her şeyi bırakıp gidecek misin şimdi?
Akşam esen rüzgârı, Sabah doğacak güneşi
Yani sen temelli mi gidiyorsun?
Olsun doğsa da orada güneş
Bizim penceredeki gibi görünmez ki,
Rüzgârlar bu kadar serine esmez ki
Sen bilirsin git ama bunları düşün bir kere daha…

Yani sen bir yarını bırakıp, nasıl yaşarsın ki oralarda…
saadet bayri