20.6.15

Yolun Yarısı

Zaman çok hızlı ilerliyor bu aralar. Yaşım otuzlardan gün aldı, hatta kırka yaklaştım desem abartır mıyım? Yok yok sadece kabullenmiş olurum. Ama şairin deyimiyle yolun yarısındayım en gerçeği bu sanırım.
İnsan bu yaşa gelince geleceğe dair çok plan yapamıyor. Daha çok geçmişiyle yüzleşme telaşında. Biriktirdiği hatıralara acılı tebessümler ile bakıyor. Ve yaşadıklarına, yaşattıklarına şaşırıyor.
Birde ağlamalarım sıklaştı. Neredeyse gördüğüm herşeye ağlıyorum ve babamı yeni yeni anlıyorum.
Bu yaşıma gelene kadar pişmanlıklarım çoktu. Şimdilerde ise pişmanlıklarımın yerine "varmış bir hayrı" diyorum. Anlıyorum yaşadığım her şey şimdiki hayatım için merdivenmiş sadece.

Bu hayatı şimdiki aklımla yaşamaya kalksaymışım kendime çok zararım dokunurmuş.

Biz yeni dostlar

Dosta dair yazıları okudukça içim sızlar hep. Eski zamanlarda dostlukların nasıl yaşandığını, yıllar sonra dahi hatırlayıp, hasretle nasıl anılabildiğini merak ederim.
Çünkü şimdiki gibi değildi hiç bir şey. 
Mesela insanlar birbirini senelerce göremezlermiş. Seslerini bile duyamaz. Ayda bir kere yazılan mektuplarla hasret giderirlermiş.
İnternete, sms’e inat iki haftada giden, ancak saatler harcanıp, sayfa sayfa yazılıp, hemen hemen her şeyin anlatıldığı, sevgi kokan mektuplar. Bu mektupların güzelliğini ise Ahmet Hamdi Tanpınar’ın nişanlı iken eşine yazdığı mektuplardan derlenen “Sevgi mektuplarını” okuyunca daha bir anladım. Eski mektupların güzelliğini, içine konan saf sevgi ve yürekleri. O zaman diyorum ki; eskiden aşklar bile bir başka yaşanırmış.
Ancak bu kadar imkânsızlığa rağmen sürekli artan, birbirlerinin dualarına hep misafir olan kadim dostlar olmuşlar.
Biz yeni dostları düşündüm. İstediğimiz her anda arayıp görüşebildiğimiz, arkadaşlarımız var. “Nasıl değiştin mi?” demeden yüz yüze görebildiğimiz internet nimeti. 
Aynı şehirde de olsak gönderilen cep mesajları. Ne kadar uzak olursa olsun ulaşabildiğimiz sevdiklerimiz. Ancak bu imkânlara rağmen arayamadığımız, unutabildiğimiz, dünyevî  meşguliyetlere karışıp sonralara bıraktığımız sevdiklerimiz. Tabii bunu karşılığında da kırılan yürekler. 
Kendime böyle kızarken, sitemlerine sürekli maruz kaldığım bir kaç dostu aradım. Eskilerden söz ettik. Yaşanmışlıklardan, ayrı iken kalbimizi acıtanlardan. Ve telefonu kapatırken içimde incecikten bir şeyin sızladığını hissetim. İnsan ne kadar kendine yetse de, aynı duygu ve aynı şuura sahip hemcinsiyle paylaşımını kimseyle yaşayamıyor. Ne eş, ne anne, ne baba, ne kardeş. “Dostum, arkadaşım” dediği kişilerle olan sohbetlerin tadını, paylaştığı sıkıntıların ardından yaşadığı iç huzuru başkası veremiyor.  
Anneme ve artık gençliğini geride bırakan teyzelerime bakıyorum. “Ah eskiden böyle miydi ya.” deyip, yaşadıklarını ballandıra ballandıra anlatıyorlar. Zaman ne kadarda çabuk geçmiş onlar için. Yaşlarını duyunca çok büyük geliyor. Kendimce hesap yapıyorum. Ne zaman o yaşa gelirim diye. Bu halime gülüyorlar. “Bizde senin gibiydik. Ama göz açıp kapayıncaya kadar geçti zaman.” diyorlar. 
Şimdi uzaklarda olan sevdiklerinden bahis açılıncada gözlerinin içi parlıyor. Sonra kendime bakıyorum benim gözlerim parlamıyor, onlar gibi tatlı tatlı konuşamıyorum. Ve sanırım bütün haberleşme araçlarını kullandığım halde, eski dostların mektuplarını kıskanıyorum. 
Bir dostuma mektup yazmaya karar verip, bitiremeyişime, postaneye gidip atmayı düşününce daha bir yavaşlayan yazıma içerliyorum. 
Dedim ya, biz adı üzerinde yeni dostlarız. Hayatımın üzerinden gençlik baharı henüz geçmedi, yeni yeni uğruyor bahar meltemleri yüreğime. Özlemeyi öğrenmemişim. Bu sebeple acele ediyorum, kıymet bilmiyorum. Annemin “Ah kızım ah siz daha ne görüdünüz? Hele bir ele karışın” sözü yavaş yavaş cisimleşiyor 
Eskiden dostlar birbirlerine karşı nasıl bu kadar vefalı ve şefkat doluydu? Bu kadar mesafeye rağmen nasıl tükenmiyor Bir duaya mutlaka konuk oluyorlardı? diye sormadanda edemiyorum.
Aklıma Bediüzzaman Said Nursî ‘nin şu sözleri geliyor. Ve bütün sorularım cevaplanıyor. “Bir şehir, bir memleket, belki küre-i Arz, belki dünya, belki âlem-i vücud iki hakiki dost için bir meclis hükmündedir. Böyle dostluk ve kardeşliğin firakı yok, hep visaldir. Fani, mecazi, dünyevi dostluklar sahipleri firakı düşünsün, bize ne..” (Barla Lahikası, s.140) 
Saadet Bayri

Bir Varmış…

Bir zamanlar televizyonun zararlarını konuşuyordu uzmanlar. Bu konuyla alâkalı o kadar çok araştırma vardı ki; korkutmaya başlamıştı anlatılanlar.
“Uzun saatler izlenirse zararları şunlar. Sınırlı izlenirse faydası bunlar. Çocuklar için çok zararlı. İzlemesi ve izlememesi gereken yaş grupları…” türünden çeşit çeşit görüş ve öneri vardı. Sonrasında ise programlara hangi yaştakilerin izlemesi gerektiğine dair işaretler kondu. Faydası oldu mu? Kısmen…
Evinde televizyon olmayanlar ise bu durumdan hisse çıkarıp televizyonlu evlere söylendi durdu. Dost meclislerinde izlediğimiz dizilerden, şov programlarından bahsedilerek bilmeyenler ayıplandı. 
Evet,  büyüdük ve herşey değişmeye başladı. Televizyon izleyenler, izlemeyenler tartışmasını çok şükür biraz azaltmış durumdayız. 
Zira artık nur topu gibi bir sorunumuz doğdu: İnternet. Tamam, zaman teknoloji çağı. Akıllı telefonların, tabletlerin, notebookların kol gezdiği bir döneme girmiş bulunmaktayız. İşi olan olmayan hepimizin evinde internet var. Olmayanlar bir şeylerin eksikliğini hissediyor.  Velhasıl, “Aaa! Sizin netiniz yok mu?” ile başlayan cümle uzayıp gidiyor.
Bu konuşmalarla karşılaşınca, internetimiz olmadığı için dünyanın en cahil insanı sanıyoruz kendimizi. O kadar çok şey kaçırmışız ki, neler kaçırdığımızı fark etmemişiz bile. Ama çoğu zaman fark etmediğimiz şeyler de var. O da, saatlerce teknolojiyle haşir neşir olanların başına gelen hastalıklar, depresyonlar türünden hastalıkların var olduğu gerçeği…  Öyle ki, “Şu kadar saat nette kalmanın zararları, olmadı şu sosyal içeriği kullanmanın zararı” diye başlayan envaiçeşit tez konusu. Artık dost meclislerinde paylaşımlarımızdan, oynadığımız oyunlardan ve başımızı kaldıramadığımız telefonlardan bahsediliyor.
Bu salgına karşı, şimdilerde akıllı telefonu mobil internetsiz kullanıyorum. Ama bunu fark edenler “Akıllı telefon internetsiz kullanılır mı?” diye başlayan cümleyle, beni ikna etmeye çalışıyorlar. Bakıyorum da yıllar geçtikçe kullandıklarımızın ismi değişiyor, hastalıklarımız ise hemen hemen aynı. Yani ki, sabaha kadar televizyon izleyen babanın çocukları sabaha kadar internetle meşgul. Günlük pembe dizisini kaçırmayan annenin kızı ınstagramdan dakika dakika ne yaptığını paylaşıp, diğerlerine bakıyor.
Çocuğunun ders çalışmadığından dem vuran hanıma, “Affedersiniz, ama merak ettim. Siz kitap okuyor musunuz?” diye sorma ihtiyacı hissettim. “Okumayı çok istiyorum, ama vaktim yok” cevabını alınca, dayanamayıp “Siz niye bu kadar üzüldünüz. Tıpkı sizin gibi çocuğunuzun da vakti yok” diye eklemeden edemedim.
Aslında “Bize ne oluyor?” sorusunun cevabını uzakta aramaya gerek yok. Babamız ve annemiz ne ile meşgul ise, biz de şu anda o işle meşgulüz. Bizleri seyrederek büyüyen çocuklarımız da muhtemelen aynı işlerle meşgul olacaklar. Eğer bir yerde bu döngü değişmezse, böyle sürüp gidecek. 
Saadet Bayri