30.9.08

Öylesine

İki delilik arasında sıkışıp kaldım.
Yüreğimin başı dumanlı.
Unutmuş kendini olmayacak bir yerde.
Yalvardım, ayaklarına kapandım dönmüyor geri, zincirlemiş kendini açılmayan bir kapıya.
İsyan çıkarmış benden habersiz.
Şimdi tüm sözler faydasız, dönülmez geriye.
Akıl ordularımı gönderdim, bastırsın diye.
Sonuç: İçimde kilitli bir mahzende yüreğim duruyor, cezası baya uzun.
İki de bir gelip gitme buralara, akıl ayrı sevda peşinde, yürek ayrı.
İflah olmam ben bilesin bu diyarda.
Her an firar çıkar korkusuyla duruyorum şimdilerde, yorgun ve sessizim bir şey sorma.
saadet bayri

24.9.08

Hoş bir veda olsun

Zaman mı çabuk geçiyor? Yoksa bizler mi zamanı çok çabuk harcıyoruz? Bir ay diye başlamıştık Ramazanın birinci gününe, iki, üç derken geldik işte son günlerine.
Aklıma takıldı gitti; Ramazan mı sabırsızdı, yoksa biz mi erken yaşıyoruz anlarımızı? “İlk defa uzun günlerde oruçlu olacağım” telâşındayken, şimdi bambaşka bir telaşın içinde—hiç fark etmedim. S
anki en kısa zamanlar gibiydi—diye bakakaldım ardından. Geldiği gibi gidiyor işte. Kimisi dayanamam derken tutmadı orucunu.
Ve kaybetti bilemediğimiz kadar çok manevî kârı.
Neden mi?
Yılda bir ay zor geldi işte. Sonra utandık oruçsuzluğumuzdan, haktan değil halkın bakışı zorumuza gitti Ve binlerce bahane bulduk, ağzımıza götürdüğümüz su gibi görünen zehirlerimize. Sandık ki bakanların içtiğimiz suda gözleri, oysa hakikati gören gözlerin, içtiğimizin ne olduğunu bilmeden içişimizdeydi telâşı.
Kimisi bahaneler ararken…
Gencecik bir kız ellerimi tutup; “Sınava girerken oruç tutmasam olur mu? Dayanamam. Ya soruları anlayamazsam?” diye kendince bir teselli aradı gözlerimden kaçırdığı bakışlarımda. O an sükût ne kadar çok yakışırdı bana..
Ama olmadı…
Ne kadar çok cümle kalıbı kurdum bilmiyorum. Ancak yirmiye dayanmış bir gencin sözleri beni ince ince yaraladı. O içindeki sesin çığlığını sustururken, ben susmuş çığlığıma ses olmaya çalışıyordum.
Yazık…
***
Ve zaman geçti.
Hepimiz için aynı hızda, aynı takvim de, aynı ritim de..
Kimse bir gün eksik ya da fazla yaşamadı. Kimse bir saat erken, bir saat ilerisinde olmadı. Ramazan tutanlar için sevinç, tutmayanlar için hüzün olup toparlanıp gidiyor.
Vicdanlarının sesine kulak tıkayanların gözleri arkada, “keşke” sözünü söylememek için çabalıyor. Her ne kadar hüzün sustursa da, bir şeyler dağladı işte çekip giderken Ramazan buralardan. Gözleri arkada kaldı. Şimdi mevsim hem yaz, hem de Ramazanla vedalaşma telâşında. Günlerdir gökler ağlıyor; “Bir daha görüşür müyüz? Eylül ve Ramazan aynı zeminde.
Ve mevsim, toprakta damlalarıyla vedalaşma telâşında.
Şimdilerde…
Bir hüzün bulaşıyor her akşam ezan okununca kalkan ellerime. Yaşlılar, son Ramazanım olabilir telâşıyla daha bir dikkatli, her akşam “Bir gün daha gitti.” kelâmında. Oysa çoğumuz farkında değil, hepimizin son Ramazanı olabilir, bu Ramazan. Son ve ilk…
Bir daha nerede, kiminle, hangi şehirde buluşuruz bilinmez. Ancak duâm bir daha yaşamayı nasip etsin yüce Mevlâm, bu mübarek ayı.
Şimdi “Yetişir miyim?” Vedası takılıyor yüreğimin titreyen köşelerine. Susuyorum.
***
Hoş vedalar efendim.
Saadet Bayri

9.9.08

Olmadı...

Caddelerde kaybettiğim anılarımı topla ve bana geri getir.
Kim olduğun, ne yaptığın yada yapacağın umurumda değil. Sen sadece dünlerimi topla tekrar bana. Anıları olmadan bir insan ne işe yararsa, şimdilerde o kadar kıymetliyim.
Ya eski beni bul bana, yada hiç gitme kal. İstediğim çok şey değil aslında. Anla ! Senden önce ve senden sonra diye başlatamam ömrümü. Gideceksen, ya gelmeyecektin hiç, yada...
Yok yok yadası yok, gelmeyecektin işte. Eylülde bütün arkadaşlarını kaybedip, tek başına bir ağaç dalında bekleyen yaprağım. Her gece yalvarıyorum rüzgara: "Lütfen rüzgar! Sert es ve düşür beni de diğerleri gibi. Yalnızlık yetti canıma"
Figüran olarak kaldım hayatımın eylülünde. Oysa ne güzel düşlerim vardı senin de içinde olduğun. Bir akşam çayı içmekti mesela, güneş batarken bir çaybahçesinde. Sessiz ve tebessümle. O anda bütün zaman duracaktı ve...
Öyle işte...
Olmadı.
Binlerce kitap okudum. Binlerce aşk şiiri. Ama hiç birinden tad alamadım. Senin dilinden dökülmedikten sonra, senin yüreğinden gelen cümleler olmadıktan sonra başkasının aşkından, satırlarından banane. Şimdi aşkın bile ne albenisi var... Adı "sen" olmadıktan sonra.
İçinde kelebeklerin oluğu masa saatim tiktaklarıyla beynimi dövüyor. İçindeki kelebek ölüsüne her saniye mersiye düzüyor. Tiktakların sebebi bu.
Üçüncü sayfada geçmiş adım, acınacak bir bakış çalmış bir gazeteci benden. Şimdi ne kadar denesem de, o bakışı yakalayamıyorum. Bütün gerçek filimler hayatımın içinden çekiliyor, sadece ben izleyemiyorum... Ne kadar acı...
Eğer gerçekten anlamak isteseydin, anlatmak istediklerimi; içine yalan bulaşmadan farkedebilirdin günahlarını. Ellerimi cebimden çıkarmadığımdan şikayet edip duruyorlar, oysa cebimde kimsenin görmediği bir öfke var. Her dokunduğumda rahatlıyorum. Daha bir kinleniyor; içime yerleşmek için izin isteyen af çocuklarını kovalıyorum.
Mevsim geçtiği halde sürüsünü kaybeden göçmen bir kuşum. Konacak bir yer arıyorum, artık kimse açmıyor penceresini. Eceli bekliyorum, oda uğramıyor buralara...
"Konuş" diye zorlama beni. Konuşursam dağlar erir kahrından, sen nasıl dayanırsın bu kadar şikayete.
Gelme ne olur...
Döve döve susmayı öğrettiğim yüreğimi, çapkın bir bakışınla yoldan çıkarma. Ben artık kimliksizliğin, adressizliğin nedametini çekiyorum
Dokunma...
Pul pul dökülür adın dilimden satırlarına. Sorma beni artık hiç kimseye. Terk edilmiş bir şehrin en sessiz yerindeyim. Yıllardır konuşmayanların yattığı yerde, bir kürek elimde kendime yer kazıyorum. Sakın gelme buralara, tüm şehir uyanır günahlarının sesinden.
Geri dön, gülüşlerinle kararttığın sabahlara.
Şimdi hoyrat bir yürek var bende, onuda saldım gitti. Karşılaşırsan tanımaz artık seni, sen de bırak kendi halinde tanıma onu.
Giderken ardıma bakmamayı öğrendiğim de, saçlarımda bir tane siyah yoktu. Dün yanımdan geçtin tanımadın beni. Bin kez eskittiğim zamanın içinden ben gidiyordum. Sen daha gencecik, geri dönüşlerin izini sürüyordun. Ben seni bir okul sırasında, kalemle kazınmış bir kalpten çıkan okun ucunda unuttum. Yaşım on yedi...
Sen ise beni, o okun ucuna asıp gittin.
Arama! Bende bulamıyorum artık kendimi..
. Sela veriliyor buralarda, gözlerim kapanırken adımı duydum "maktul" diye sanki...
Saadet Bayri

Giden ve Kalan

Çekip gidene ya küfredilir, ya kahredilir, yada ardından binlerce dua edilir... Gelsin diye.
Ancak kimse "Neden gitmiştir ki" diye düşünüp, soramaz bir türlü. Belki duyacağı cevaplar yüreğini incitir... 
Farkedecekleri, geri dönüşü olmayan bir ânın başına oturtur kalanı. Gidenin ardından bırakılan boşluğa "keşkeler" gelmesin diye kalan sadece susar. 
Giden suçlu olsun diye, sorusuz kalır tüm cevaplar. İçindeki bütün şehirler zelzeleden tarumar olurken, kalan dışardan sadece bakar. Yıkılmadan, sarsılmadan, ağlamadan... 
Onurlu görünmelidir ve ne olursa olsun yitmemelidir.
Gidenin gözünde cesur olarak hatırlanmalıdır. Sonrası ise, viran olmuş bir şehrin başında ağıt yakmaktır. 
Kalan gideni ne kadar severse sevsin, hiç affetmez. Hiç bir sebep gitmesine gerekçe değildir ona göre. Bir ömür aynı kin, aynı isimle yaşayıp durur. 
Suçlu gidendir.  
O ise beyaz bir sayfa kadar masum. Kalan bir türlü oturmaz sanık sandalyesine. "Bunları yapmasaydım, belki gitmezdi.." sözü asla söylenmeyecek bir sözdür. 
Ne zamanki, gidene hak verilir; işte o zaman suçlu bulunur. Ancak artık geçtir, giden gitmiştir. 
***
Şimdilerde sanık sandalyesindeyim... 
Dön demiyorum, suçum kesin... 
Senden tek isteğim bir kaç dakikalığına da olsa dön. Şahit ol ve müebbete çevir, infaz kararımı. Saadet Bayri

6.9.08

EYLÜL DÜŞTÜ GÖNLÜME

“Bekletme ne olur gelmek zamanı gel. Gitme gel! Eylülde gel…”
Ne güzel bir şarkıydı: “Eylülde gel”. Hâlâ ilk günkü gibi hüzünle dinlerim ve kaybolur yiterim, içimin sararmış okul yollarında.
O yollar ki, her eylülün anlamı ve sonbaharın ilk merhabasıydı. “Beklerim seni okul yolunda / Eylülde gel” derken şâir, bizi içli bir mısra ile anılarımıza gömüp, sonbaharın hüznüyle mest etmek miydi kastı, bilinmez... Aylardan eylül…
Leylekler de terk ediyor artık, bir bir bu şehri. Nedendir bilmem, vefasızlıkla suçladım hepsini. Ve kapadım tüm pencereleri, içimden bir şeyler koparken peşlerinden. Kim bilir neler yüklüdür hatıra heybelerinde şimdi. Ne garip!..
Seyyah olan ruhuma, bir göçmen kuş hüznünü düşürdü ayrılığın. Buralardan çekip giderken, ayrılık yeniden döküldü dilime. İçimde kırık bir veda, leyleklerden bana arta kalan yükleriyle aldım eylülü içeri. Sırtımda gençliğimden kalma ağır imtihan yükleri…
O yorgun, ben yorgun; bakıştık saatlerce. Sahi; ağaran saçlarımın, yüzümde biraz daha derinleştirdiği çizgiler, “Gençlik, çocukluğu erken kovmuş mu?” diyor. Biliyordum zira, sonbahar “dipten ve derinden” gelir.
Olgun, ağırbaşlı…
Değişmiş, yenilenmiş bulur bizi; hüznü bundandır belki
Eylül geldi… Mevsim hazan…
Semadan birkaç damla yağmur değdi gözlerime. Ve anlaşılan, şehir de hüzünlenmiş bu duruma. Yapraklar yavaş ve sessizce düşüyor dalından. Ağaçlar mahzun, ellerinden kayıp giderken yapraklar, bir başka duruyorlar yalnızlıktan.
Eylül geldi… Mevsim hüzün…
Göklerden yağan, toprağın gözyaşıydı. İçimde gençliğin tarifsiz yangını, dallarım sarkmış ve sarıya durmuş her yanım. Dökülmüşüm tane tane, içimin yollarına. Mevsim hazan, başımda gençlik rüzgârı eserken, mevsim değişmiyor şimdilerde bende.
Yüreğim lebalep sarı, hışır hışır sesler geliyor, ben geçtiğim zaman. Tozu dumana katan bir rüzgâr esiyor buralarda. Dağıtıyor kumdan şatolarımı, acımadan.
Eylül geldi… Mevsim hazan…
Şair ne güzel söylemiş: Eylüle girdim eylüle girdim/ her ömrün bir eylülü vardır /onca yaşadım/ şimdi bildim(Murathan Mungan).” Ey ömrümün eylülü, hoşgeldin. Nasıl geçti yıllar, bilmem.
Ey benim on beş yaşım, ey benim yirmi yaşım! Artık sormuyorum, “Nerdesin?”…
İbretle bakmaktır bana düşen bugün, ihtiyarlığın akşam güneşinde ardınızdan…
Küçük bir çocuk görürüm koşuşturan, kahkahalarıyla geçip gider önümden. Konfeti sanır dökülen yaprakları. Toplayıp sonra, saçlarından aşağı döker tüm sarıları. O güldükçe, damlalarım ıslatır yanaklarımı. Ömrümün keşkesi bekler sokak başında: “Ah hep çocuk kalsam, hiç büyümesem.…”
Oysa, ne çabuk büyümüşüm! Düşüp dizlerimi kanattığım günler, gerilerde kaldı.
Şimdi, yüreğim düşüp düşüp kabuk bağlıyor. Kardan adam yaptığım günleri, penceremden başkalarınkine bakarak anıyorum. Merdivenlerden inmeyi henüz öğrendim, kayarken demirlerinden. Saklambaç oynarken, “elma” dediklerinde hep çıkmıştım saklandığım yerlerden. Şimdilerde ne derlerse desinler; hiç çıkmıyorum. Saklandığım yerde büyümüşüm ben.
Çocukluğumu öylece bırakıp yürüdüm, gençlik kollarımdan çekiştirirken… Sonrası, Sessiz bir fısıltı: Kimseyi; ama hiç kimseyi hayat boyu yanında tutamazsın. Düşmeye hazır bir damla, gözümde donup kalır.
Eylül geldi… Mevsim hüzün…
Yaz desem değil, ama güneş var hâlâ…
Yakmasa da ısıtıyor. Kış desem değil, rüzgâr esiyor; ama üşütmüyor. Bütün mevsimlerin toplamı bu: Beşinci mevsim. Her şey adım adım yol alır. Yapraklar birden sararmaz, güller bir anda dökülmez. Öyle sessiz olur ki her şey, şaşar kalırsınız.
Her ne kadar rengiyle anılsa da eylül, sarı öyle hemen göstermez kendini. Sanki bir anda gelir; ancak zamanlıdır gelişi. Tıpkı çocukluğumuzla yer değişen gençliğimiz gibidir eylül. Ne zaman ki okul yollarının bitişini haber verir; o zaman insan anlar, gençlik zamanı değildir. Yıllar hangi arada geçti, hangi gecede ağarmıştı saçlarım? Yüzümdeki çizgiler daha derin şimdi…
Mevsim karışık…
Ne yaz diyorum, ne kış. İkisinin ortasında kalmışım. Sanki Âraf’tayım. Tıpkı ömrüm gibi. Ne yaşlılık bu hâlin adı, ne taptaze bir gençlik…
Ve gençlikten arta kalan bir ömrün hazânındayım. Ömrüm kurumuş bir dal mı artık? Uç vermez mi artık, zamansız esen boranın avuçlarında? Ah deli gönül! Ne kadar uğraşırsan uğraş, bu mevsim hep içimde bir gençlik yorgunu…
Eylül geldi…
Hüzün davetsiz misafir, keyfince gelip yerleşti süveydasına kalbimin. Birkaç damla yanaklarımda, gökler ağlamaklı, teselli edilen toprakta yas var. Tüm şehirde yaprak ölüleri…
Ey rüzgâr! Yanı başımda dururken pervasız yazlarım… Daha ılık serinliğin yüzümdeyken, şimdi ayrılık çığlığıyla ansızın beni ürpertmek neden?
Eylül geldi; eylül gibi geldi: Kırılgan, dokunaklı…
Bir kampana sesinin çığlığında ayrılık vagonları diziyor sonbahar. Bir “Sessiz Gemi” gerçekliği, çepeçevre sarar zihnimin en dip ve derinden uğuldayan sis yelkenlerini. Sarsılıyorum…
Gamlı bir eylül vagonunda pazara çıkardığım can!.. Nabzın atıyor, diyarını terk eden kuşların ardından. Sahi, pazarın pazar m’ola? Mevsim hüzün...
Bir ağacın gölgesine düşer sessizce bir yaprak. Yiter ağacın kollarından, renginde buruk bir veda… Ve ben, hiçbir mevsim eylül kadar üşümem!
Bilirim, vedalar üşütür insanı; soğuktur.
Ey ömrümün, vaveylasıyla titrediği gençlik yanım!
Bu kaçgöçler dünyasında eylül sana, sen eylül firakına gebesin, unutma!...
Saadet Bayri