25.2.10

Aşkkkk


Önce isim çekti ilgimi, devam ederken de yazılan herşey...
ASlında kitap daha uzayacak gibi bir his vardı sonlara yaklaşırken. Yada sonunda herşey açığa çıkar diye de beklemedim değil hani.
Derken Şemsin eşine karşı zalimliğini hiçbir tasavvuf terimi açıklayamaz. Yada bayanlarla futursuzca konuşmaları.
Her ne kadar roman, kurgu diye geçsede, kullanılan kişiler ve olaylar gerçeğin ta kendisi.
4o tane kural da acaba kırk günlük riyazetin tarifi mi dersiniz?
Yinede okumanızı tavsiye ederim güzeldi..

***Aşksız geçen bir ömür beyhude yaşanmıştır. AŞK’ın hiçbir sıfata ve tamlamaya ihtiyacı yoktur. Başlı başına bir dünyadır aşk. Ya tam ortasındasındır, merkezinde, ya da dışındasındır, hasretinde.**

23.2.10

Kalp sepetine sığan cümle

Kendi doğruları, prensipleri olan ve bunları hiçbir yerden aşırmayıp, sadece yaşamın ona öğrettikleri doğrultusunda belirlemiş ve elinden geldiği kadar da bu kurallarına uyan kişileri takdir ederim.
Zira kişiye ait prensipler öyle kolay ortaya çıkmaz. Hele uygulamak, hepsinden daha zor olanıdır. Birbirine benzerken yaşamlarımız, içimizden birilerinin bu aynılığa baş kaldırışı pek hoş karşılanmasa da, kim takar bu hoş karşılamayanları?
Hepimiz…
Aslında bu kadar çok birbirimize benzememizin sebebi de bu: Dışlanmak.
Birileri bizi yaşamlarından uzaklaştırabilir. Sevdiklerimiz bizi bir daha sevmeyebilir. Ve daha birçok sebepten çoğumuz yaşamında değişiklik yapmaya yanaşmaz. Biraz düşünür gibi olsa da, zahiren gördükleri daha eğlenceli gelip, unutur gider düşündüklerini.
İçinde fırtınalar koparken, dışarıdan hiçbir şey yok gibi davranmak kişinin kendisine yaptığı en büyük ihanettir aslında. Farklı olma gayreti ise sonucu hüsran olan bir çabadır. Zira ne kadar kendimiz olursak, o kadar farkımız olur diğerlerinden. Bu ise fark edilmeyen küçük bir ayrıntıdır. Ve hayat ayrıntıların içine sıkışıp kalır. Oysa bizden bir tane daha yok. Biz tek ve özeliz. Yaşadığımız yaşamı birebir yaşayan bir başkası yok. Her şey sadece bize özel. Hal böyle iken kime benzemeye çalışıyoruz bu kadar hırsla?
*
Derken kitaplarda geçen her söz, her varsayım “Doğrudur” diyenlerdenseniz, en büyük hatayı buradan yapmaya başlamışsınız. Başka yerde aramayın lütfen yanlışınızı.
“Mutlu olmak istiyorsanız her an ve zamanda, “meli-malı” ile kurulmuş cümleleri ve “asla” “ama” gibi kelimeleri çıkarın aklınızdan. “Ayıklayın dilinizden” diye devam ediyor okuduğum en son yazı.
Sürekli mutlu olmak var mıdır bir yerde?
Ya da hep mutlu olanı gördünüz mü?
Eğer böyle bir durum olsa idi, sürekli mutluluktan sıkılır, mutsuz olmanın yolunu arardık. Nihayetinde her şey zıddıyla güzel ya da çirkindir. Mutlulukta mutsuzlukla kaimdir. Dünya üzerinde yaşayıp, insan olup ta olumsuz bir şeyler düşünmemek ve yaşamamak ne mümkün.
Herkes nasıl olumlu düşüneceğimizi anlatır, neler yapmamız gerektiğinden bahseder. Ama kimse bunu neden yapmamız gerektiğini söylemez. Oysa her şey kişinin kendini yalnız bırakmamasında saklı. Yani, mutsuzken de yanınızda olmalısınız.
Ağlarken aynaya bakabilecek cesaretiniz olmalı. En ağır sözleri duyduğunuzda, sırtını dönüp gidenlere bakmayın, hâlâ yüzünüze bakıyorsanız yeterli. Siz yaşamınızın özüsünüz. Kabuklar, içindekini göstermek için kırılır.
Kırıklara takılmayın. Çok mutlu iken, yanınızda olun. Kendinize kontrolünüzü kaybetmemeyi öğütlesin diğeriniz. Ve o anlarınızda hiç kimseye hiçbir şey için söz vermeyin.
Çok sinirlenmeyin, hiçbir olay sinirlerinizi kayıp ettirmesin ve çok sinirli iken, diğeriniz ağzınızı kapasın, bir kelime dahi çıkmaması için.
Yani sözün özü; kalbiniz bir sepet kadar olsun ve her şeyiniz o sepetin içine sığsın. O zaman ne kaybettiğinize üzülür, ne kazandığınıza sevinirsiniz.
Ve lütfen sepetinize bir tek soru sığsın: “O Razı mı?” Gerisi vesairedir.
Vesselam…
saadet bayri

20.2.10

Annemi Anlarken

Eskiden saatleri sayar, dakikalara sitem ederdim.
Şimdilerde günlerden bihaber oluşum şaşırtıyor beni. Bir insanın hayatıma girip, tüm dünyamı bu kadar değiştireceğini söyleselerdi, tebessümle geçip giderdim.
Ancak şimdi yaşayarak görüyorum ki; bazı anlarda yaşam öyle mucizeler veriyor ki ellerimize, değil saatleri, günleri hatta kendimizden bile bihaber olabiliyoruz. Ve bu hallerimizden de hiç şikâyet etmiyoruz.
Rabbimin nasip ettiği vasıfla yani annelik vasfıyla vasıflanınca, dünya başka bir renge büründü sanki. Şimdi tüm renkler kırmızı…
Kırmızının esas nedeni kız annesi olmaktan ziyade, bence mutluluğun rengidir kırmızı…
Derken “Anne olunca anlarsın beni” diye söylenen annemi şimdi çok daha iyi anlıyorum. Ve insan evladının saçının teline dahi kıyamıyor, geceleri en tatlı uykusunu bölerken hiç şikâyet etmiyormuş.
Biliyorum…
Hatta nefes alış-verişi biraz değişince uykumun en tatlı yerinden uyanıp ona bakınca, “hiç kimse beni annem kadar sevemez” demekten kendimi alamıyorum. Tırnağını keserken ellerim titriyor, canı acır mı? Diye.
Acıdan ağlayınca, “Allah’ım sıkıntısını bana ver” diye dua ederken, anlıyorum: Cennet neden annelerin ayakları altında olduğunu…
Ve en ilginç olanı da: yaşamımızda eşimiz dahil birini severken mutlaka iyi yönleri olduğu için severiz. İlla artılarını biliriz sevdiklerimizin ve bizi ne kadar mutlu ederlerse o kadar artar sevgimiz. Düşünüyorum da; onu sevmem için hiçbir artısı yok. Bilakis bana muhtaç. Her işini ben yapıyorum.
Yaşamımın büyük bir kısmı onun gelmesiyle felce uğramış durumda. Bazen yemek dahi yiyemiyorum. Uykularım bölük pörçük.
Derken bir tebessümü mutlu olmama yetiyor ve ben onu hayatta ki herkesten ve her şeyden çok daha fazla seviyorum. Acizliği ve zayıflığı beni ona daha çok bağlıyor. Yaptığım her harekete ve fedakarlığa gülmekten başka karşılık vermeyen bu küçük yavru en sevdiğim.
***
Ve bu kadar fedakarlığımın adı şefkat...
Ve "Şefkatin aşktan daha keskin" olduğu gözlerimin önünde duruyor. saadet bayri

16.2.10

"El" oldun sevgili

Küçük kuşlar kondu bugün karşı ki pervazlara..
Büyüklerini bekledim, gelip onlarda konsun tam yanlarına diye ama yoktular. Anladım bu kuşlar büyümüş ve artık dane derdine düşmüşlerdi. Ne kadar küçük yaşta başlamışlardı, rızık peşinden koşmaya.
Daha düne kadar ağzında yiyecekle gelen anneleri,"başınızın çaresine bakın artık" diyerek yollamıştı bu minikleri.
Düşünmekten alamadım kendimi acaba ağlamışlar mıydı?
Yalnızlık hissedip...
"İstenmiyoruz"; diye bir daha dönmemeye yemin de etmişler miydi?
Bilemiyorum ancak terk edilmenin,"hadi git" denilmenin nasıl bir duygu olduğunu biliyorum.
Dün pervazdaki kuşlar öylece bakınıp durdular,"nereye gidelim" diye düşünüyorlar sandım. Açtım sonuna kadar camı girsinler diye içeri. Dakikalarca bakıp,çekip gittiler.
İnsan eninde sonunda yuvasına dönüyor dost. Ne olursa olsun yine yuvası tutuyor düşerken ellerini.
Ve gidenlerin ismi hep "el" diye geçiyor.
Neden bilmiyorum şimdi.
saadet bayri

Aşktan öte bir aşk var mı?

Çağımızda iletişim araçlarının değişmesiyle, kişilerin görüşleri düşünceleri de değişiyor. Hemen hemen hepimizin evinde olan internet, olmazsa olmazlarımızdan.
Düşünüyorum da bundan on yıl önce, cep telefonu en büyük hayallerimizden biriydi. Daha eskiye gidersek, cep telefonunun hayalini bile kuramazdık ancak büyük iş adamlarına has bir araçtı. Şimdi ise, “cep telefonu olmadan önce ne yapıyorduk?” diyoruz. Hayatımızın içine o kadar girmiş ki; çıkarmak ne mümkün.
Derken şimdi cep telefonu da demode olmuş durumda, internet olmazsa olmazlarımızdan. Bakalım zaman daha neleri hayatımızın içine aldırıp, “ … olmadan ne yapıyorduk” diyeceğiz.
Aynı şehirde ki dostlarımızla bile internetten görüşürken, “zaman bayağı değişti” demekten kendimi alamıyorum. Ev telefonu almak bile lüks iken, şimdi lüks kalmadı gibi. Kalem ise sadece okullarda kullanılıyor. Şimdinin gençleri, mektup denince, bizim destanları ya da kitabeleri dinlediğimiz gibi dinliyorlar. Birbirinden tamamen farklı iki kuşak olup çıktık. Aramızda çok az yaş farkı olmasına rağmen.
Teknoloji bizi erken yaşlandırdı. Genç olduğumu düşünüyorum ancak benim kuşak “seksenler” diye geçince, “bizim zamanımızda böyle miydi?” demek geliyor içimden.
Gerçekten bizim zamanımızda hiçbir şey böyle değildi. Hal böyleyken, okuduklarımız, keşfettiklerimiz ve paylaşımlarımız daha hızlı ve kolay oluyor. Aşka dair yazılanlar ise facebook gibi sitelerde gırla. Hayran sitelerine bakarken, bir noktada takılıp kalıyorum.
Mesela; Mevlânâ Hazretlerinin hayran sayfası açılmış. Yazılanları okudukça, içim bir hoş oluyor. İlâhi aşk bu kadar mı leziz anlatılıyor, deyip susuyorum. Derken fark ediyorum ki; Mevlânâ’yı bile kullanıyoruz.
Nasıl mı?
Bütün gençlik âşık olduğu için, aşklarına ithaf edilen sözleri Mevlânâ’dan.
Oysa Mevlânâ’nın aşkı hak aşkı, bizimkisi yar aşkı.. Bu hikmetli sözler, yazanların haline göre baş üstünden ayak altına düşüyor. Ve hakka yürüyen beyitler, bir anda bambaşka bir hal alıyor. Susup kalıyor tüm nağmeler. “İyi ki Mevlânâ Hazretleri var. Yoksa aşkımızı kim bu kadar güzel anlatırdı.” diyoruz, okumayan ve bu sebeple iki kelimeyi bir araya getiremeyen biz âşıklar.
İnternet sitelerindeki diğer âşık; Yusuf. “Yusuf Züleyha’ya dedi ki” diye başlayıp giden cümleler. Anlamadığım bir peygamber olan Yusuf Aleyhisselam bizim mahalle arkadaşımız mı? İsmini saygıyı aşıp ta “Yusuf şöyle yaptı. Yusuf böyle dedi” diye anıyoruz. Hz. sıfatını bir türlü isminin başına getirmiyoruz.
Ve aşkın en küçük dairesinde gezdirip duruyoruz. Hz. Yusuf’un hayatını kaçımız okumuştur? Züleyha ile olan aşkını araştırmaktan, vakit bulabildik mi?
Ve bu aşk bu kadar gündeme getirilirken sabrına dikkat çekenimiz oldu mu? Bir gömlek uğruna senelerce zindanda kalışı ve bunların hepsindeki hikmet…
Çok şey mi istedim.
Sanırım Yusuf-Züleyha aşkı daha heyecanlı geliyor.
Vesselam...
saadet bayri