22.2.12

“Borç”luyuz bu hayat(t)a


Yaşanmadan bilinmez bazı duygular. Hele bazıları var ki, kelam bile edilmez haklarında. Belki kişiden kişiye değişir bu duygular; ama hemhâl olmadan, hemen herkesin bir anda ifade edemeyeceği bir hâldir, “Aşk, evlilik, çocuk, ölüm…” gibi duygular. Sayısız kitap yazılmış, binlerce söz söylenmiştir belki. Ama tamı tamına karşılayan bir tek cümle ya da satıra rastladım diyemem. Hiçbirini bir diğerine tercih edemem. Çok yazıldığından ve söylendiğinden olsa gerek. Hepimiz bu konularda söz söylemeyi bir borç biliriz. Tecrübesiz kalemlere değen cümleler ise, ham tadı verir dilime
 Aslında bu yanılgıya düşenlerden biriyim ben de. Ölüm konusunda envai çeşit söz söyleyip, çokça anlam yükleme gayretine girmiştim. Hatta yakınlarını kaybedenlerin acısını anlamadığım için, ölüm hakikatini bilenlerin çok üzülmelerine bir neden bulamamıştım. Ve acısına ortak olmak istediğim sevdiklerimin yanında beylik laflar ederken,  yürek yangınlarını görmüş; ama dokunamamıştım.
Yapmam gerekenin, usulca yanlarına diz çöküp sessizce ağlamak olduğunu ise, çok sonraları anladım. Anlamak, büyümenin bir işaretidir bir bakıma. Yaşam adım adım büyütürken beni, ben fersah fersah yürüdüm sandım. Belki de bu yanılgı şaşırttı kelimelerimi. Fark ettiğim an, dörtnala koşan bir süvarinin bir tepenin başında durup geriye baktığı an misaliydi. Bakıp görmeden geçtiklerimi, bir “ân-ı seyyale” dilimlerinde fark edince yavaşladım.
Yavaşlarken, gözleri dolu dolu gezen bir kadınla tanıştım. Kuşlar ayrı ayrı uçarken, rüzgâr tek başına düşürürken bir yaprağı toprağın bağrına, gözyaşları tünedikleri yerden süzülüp damla damla acı olurdu yanaklarında. Bu kadar şefkati anlayamazdım. Alt tarafı kuş ve alt tarafı yapraktı işte.
Soğuk havalarda pencereden bakar ve kedileri düşünürdü mesela. Aç kalabilirler diye yemekten arta kalanları çöp kutusunun yanına bırakır, huzurun şefkat hâlini yaşardı.
“Rabbim kimseyi kimseden ayırmasın” der, susardı. Bazı anlarda suskunluğunun içine bir ömür gizlenirdi, bilirdim ve konuşsam, bütün büyü bozulacaktı sanki.
Susardı…
O susunca, rüzgârlar ses verir, yapraklar hışırdarken bu duaya “amin” derdi.  Kızımı her görüşünde sarılır, bağrına basar ve koklardı. “Evlat kokusu ne hoş bir koku” der, gözlerini kapar ve bir “ah” çekerdi. O ahla yer gök birbirine girecek diye ürperir ve bir sözün gücünü o an hissederdim.
Bir acısı vardı, bilirdim; ama sormaya cesaret edemezdim. Anlatacağı ânı beklerdim. Ara ara evime gelir, kapıyı tıklar, mahcup bir eda ve ses tonuyla: “Rahatsız ediyorum; ama kızın uyumuyorsa sevebilir miyim?” Kocaman bir tebessümle evime misafir eder, kızımla meşgulken şefkatin mayhoş tadı damağıma yerleşirdi.
Bir gün sokakta çikolatalı bir bisküvinin ambalajını gördü ve ağlamaya başladı. Şaşırdım. Âlemin derdiyle dertlenmiş bu kadın, şimdi ne diye bir ambalaja ağlar ki?
“Ah kızım! Ah yavrum!” diye sever mi bir insan beş para etmez bir kâğıdı. Ve sonra bir çocuk gibi koşar mı evine? Evet, sever bir insan bir kâğıdı, vaktiyle henüz beş yaşında olan küçük kızı seviyorsa bu çikolatalı bisküviyi. Sever elbet, her akşam iş dönüşü bu bisküviden getirmişse yolunu gözleyen can parçasına.
Şimdilerde çikolatalı bisküviyi bekleyip sevinecek kınalı kuzusu yok. Henüz beş yaşındayken, bir gece rahatsızlanıp hastaneye kaldırılan ve aynı iğnenin iki defa vurulmasıyla ebediyete uçan cennet kuşu, ayrı annesinden. Ve annesi de ondan… Şimdi anlıyorum kızıma her “cennet kuşu” dediğinde şefkat buhurdanından süzülen yaşlarını.
Kızımı her sevişinde ışıldayan gözlerinden yayılan ezeli rahmetten bir parıltının verdiği teselli, şimdilerde o kadar mukaddes ki bana! Şükür diyorum, şükür: “Yıkılabilir evimiz, durabilir kalbimiz, dağılabilir huzurumuz varsa, yıkılmamış evi, durmamış kalbi, dağılmamış huzuru borç aldık demek ki…(Senai Demirci)”
Saadet Bayri

Çocuk olmak zor, çok zor…


Kızım meteorolojinin “Bir hafta daha soğuk geçecek” haberini okuyabilse yahut anlayabilseydi, ne derdi acaba? Bir hafta daha eve hapsolmak, dışarıya çıkamamak ve anneyle ne yapılabilirse, o kadar şey yapabilmek… Konuşmayan bebeklerle dakikalar geçirmek, olmayan yemekleri yedirip, olmayan suları içirmek… Arada mutfak işlerine yardım edip içinden geçen milyonlarca duyguyu, öğrendiği birkaç cümleyle ifade etmeye çalışmak…
Çocuk olmak ne çok zor…
 Ne zamandır içim acıyor ve çocuk olmanın dayanılmaz ağırlığı altında eziliyorum. İlk fırsatta müdavimi olduğumuz parkın yanından geçtiğimizde, hafif serpiştiren kar dolayısıyla eve dönmemiz gerektiğini söylerken, “Anne uzaklara gidelim” sözüyle ne anlatmak istemişti acaba kızım? Uzaklar, hani hepimizin gitmek istediği; ama bir türlü cesaret edemediği yerler miydi? Yoksa eve geç dönmek için uzatılması istenilen süre miydi?
Çocuk olmak ne çok zor…
Minibüse bindiğimizde kafası çarpınca canı yanan ve ağlamaya başlayan kızımın acısını yaşamasına müsaade ederken, arkadan bir ses “Çok ayıp kızlar ağlar mı hiç? Bak kocaman kızsın sen, bebekler ağlar” sözü, ağlayan birçok yetişkini getiriyor gözlerimin önüne. Yaşadığı acıyı unutup, şaşkın gözlerle arkadaki bayana bakan ve ne demek istediğini anlamak için susmak zorunda kalan bir çocuk şimdi o.
Çocuk olmak ne çok zor…
Zira ilk defa gördüğü kara, toz yağıyor diyen biri o. Hiç kedi görmemiş, tavuk görmemiş ve köpek görmemiş biri hem de. İlk defa makas tutmayı öğrendi meselâ birkaç gün önce. Bulduğu bütün kâğıtları kesiyor. Hayretle izliyorum. Bir şeyi ilk defa yaşamanın heyecanı bu işte, diyorum. Kâğıtları keserken duyduğu sesten tarifi imkânsız haz almak ve her parçayı kahkahalarla uğurlamak yere…
Çocuk olmak ne çok zor…
“Onlar çocuk” cümlesinin havada asılı kaldığını fark ediyorum çoğu zaman. Bu yüzden konuştuğumuz gibi davranmıyoruz her an. Koca koca insanların hükümranlığı için küçücük çocukların tehdit edilerek sindirilmesi… Elindeki şekeri kızıma uzatan genç kız, “Beni öpmezsen sana şeker yok” diyor meselâ. Şart koşulmuş ve apaçık tehditle gelen öpücükten ne haz alınabilir ki? İçten gelmeden yapılan işlerin kıymetsizliğini anlatan olmadı mı hayatımızın bir karesinde? “İstemiyorum şekerini. Senin olsun bütün şekerler. Böyle vereceğine hiç verme!” diye dillense çocuklar, daha üst perdeden umursamaz bir tehditte mi bulunuruz?
Çocuk olmak ne çok zor...
Meselâ eğitilmiş bir köpeğin iki saat sessizce bekleyişinden etkilenerek çocuğuna, “Bu köpek bile senden akıllı. İki saattir sesini çıkarmadı” diyen annelerle daha zor. Yerinden kalkmayan, her söyleneni yapan, itiraz etmeyen, ağlamayan, cevap vermeyen çocuklar hayal edenlerle daha zor. Bir nevî robottan bahseder gibi konuşurken, ne dediğinin farkında olmayanlarla daha zor. Sözgelimi bütün kanepeleri zıplamak için kullanan çocuğa “çocuklar zıplamaz” gibi sözler söyleyenlerle daha zor. “Ay kıyafetin ne kadar güzel! Ver de kızıma götüreyim” gibi sözlerle sahiplenme duygusunu baltalayıp her an bir şeyi kaybetme kaygısını körükleyenlerle daha zor.
Çocuk olmak zor, çok zor…
Saadet Bayri

Hayatın kıyısında çocuk olmak


Hastane ve doktor… Hiç hoşlanmadığım hâlde, bu ara sık karşılaştığım ikili. Ev sakinlerinin sayısı arttıkça, hastaneye gidişlerim de bu sayıyla orantılı bir şekilde artış gösteriyor. Kendi hastalıklarımı tabiî yöntemler ya da evdeki ilâçlarla iyileştirmeye çalışırken, kızım söz konusu olunca aynı rahatlığı gösteremiyorum. Biraz burnu aksın, birkaç defa öksürsün “Ne olur, ne olmaz” diyerek, doktorumuzun kapısında sıra beklerken buluyorum kendimi.
 Doktor ve ilâç isimlerine pek dikkat etmem. Çok da ilgi alanıma girmez bu tür konular. Ancak konu çocuk hastalıkları ve çocuk doktorları oldu mu, dikkat kesiliyorum bu günlerde. Öyle ki hastaneye gitmeden önce evdeki bütün ilâçları gözden geçirip, isimlerini hafızamda tutmak için birkaç kere tekrarlıyorum. Bu hâlimi fark edince de, “Birini kendinden çok sevmek ve önemsemek bu olsa gerek” diyorum kendi kendime. Ve telâşlarımın yinelenerek, bitmeyen bir tedirginlik hâlini almasını şaşkınlığın verdiği garip bir tebessümle karşılıyorum.
Hastanede geçen zaman dilimi ise tam bir komedi.
Tek başıma olduğum zamanlarda tuhaflıklar peşimi bırakmaz. Muayene olmak için sıra beklerken kimseyle konuşmam. Sorulan sorulara da kısa cevaplar verip, sıramın gelmesini sessizce beklerim.
Ancak bu durum, çocuk polikliniğinin önündeysem değişiyor. O huysuz hemcinsim gidiyor, yerine susmak bilmeyen başka biri çıkıp geliyor. Bütün ebeveynlerle kırk yıllık dostuz. “Senin çocuğun kaç yaşında?”, “Hayırdır, neyi var?”, “Ahh! Bizde de aynı sorun var” derken doktoru, hemşiresi, hastanesi, ilâcı gibi öğrendiğim çeşitlemelerle dolu hayatlar.
Bazen keyfim olmuyor, izlemekle yetiniyorum. Canlı bir sinema salonundaymış gibi hissediyorum kendimi ve bu ânın keyfini çıkarıyorum. İşte, seyirlerimden biri daha karşımda. Kim bilir nasıl bir ayrıntı yakalayacak beni, diye düşünürken yaşlı başlı bir amca çekiyor ilgimi. Gelini ile beraber torununu getirmiş, muayene olmak için sıra bekliyorlar. Bu bekleyişte dört yaşlarında bir çocuk ilgisini çekiyor. 
Ayağındaki ışıklı ayakkabılardan konuşmaya başlıyorlar. Ayakkabılardan birinin ışığı yanmadığı için ve nasıl tamir edeceğini anlatıyor yaşlı amcamız. O kadar güzel bir sohbet ki bu, içim kıpır kıpır oluyor. Kocaman bir adamın içindeki çocuğu görüyorum. Gözlerinin içi gülen bir çocuk bu.
Ayakkabısını arkadaşı giyerken bozmuş. “Babana söyle de tamire görürsün ayakkabını” diyor amca. Çocuk annesine dönüp “Anne ayakkabımı tamire götürelim mi?” diyor. Küçük hanım “tabi” diyor sessizce. Yüzünde şefkatten parlayan bir gülümseme.
“Babanın arabası var mı?” diye devam ediyor yaşlı amca. “Yok” diyor çocuk, “Nuri Ağabeyimin arabası var. Bizi buraya da o getirdi.” diye eklemeyi ihmal etmiyor. Bir çocuk hayalinin çalıkuşu misali daldan dala atlayışının verdiği eğlenceli hâlinden midir bilinmez, adam ve çocuk kahkahalarla hayatlarını birbirine katık eyliyorlar.
Amca durur mu, sormaya devam ediyor: “Anneannen var mı senin?” Çocuk, havaya kaldırdığı başını yarım bir kavisle “cık” diye cevap vermekle yetiniyor.” “Peki deden?” “Cık” “Hım… babaannen var öyleyse” sorusu çocuk saflığının “cık” ifadesiyle cevaplanacakken, çocuğun yanındaki genç bayan hafif doğruluyor ve çocuğun elinden tutup “Haydi gidiyoruz” diyor.
Giderayak yaşlı amca belli ki meraklanmış, “Dedesi var mı?” diyor. Kız arkasını dönüp sessizce bu soruyu cevaplıyor. “Amca ben çocuk esirgeme görevlisiyim...”
Saadet Bayri

Yollar yolcularına sahte kimlik verir


Çocukluğumdan kalma bir huyum var. Otobüs yolculuklarını sevmiyorum.
Uzun-kısa hiç fark etmiyor. Aylar öncesinden huzursuzluklarım başlıyor. Ne giyeceğimden tutun, ne söyleyeceğime kadar düşünmekle geçiyor.
 Günler öncesinden bavulumu hazırlayıp, her gün içine bakıyorum. O kadar ki giyeceğim kıyafetleri birkaç defa yıkıyorum. Yinede içimdeki o rahatsız edici histen kurtulamıyorum.
Yolculuk zamanı gelip çattığında ise “yaklaşmayın yanarsın.” diyor içimden bir ses. O kadar dayanılmaz oluyor ki her şey; sabırsız, tahammülsüz, hırçın ve agresif ne kadar kötü huy var ise insana dair hepsi arkama dizilip, sağıma ve soluma oturacak şekilde bilet alıyorlar.
“Biraz önce bilet alan bayanın yanı olsun lütfen”.
Sonrası ise tam bir işkence. Bitmek bilmeyen saatler. Saniyede bir saate bakmalar. Ve durduğuna inandığım, ama aracın saatiyle aynı olduğunu görünce de iyice canımın sıkıldığı şehirler arası yolculuk. Yanımdaki kişiyle konuşmamak için ise hiçbir soruya tam cevap vermemek.
“Bir insanı tanımak için onunla yolculuk yapın” diyen kişinin yanıldığını düşünüyorum. Eğer şimdi yanımda olan sevdiklerim, yolculukla imtihan ettikten sonra hayatıma girmeye karar verse idiler, hiçbiriyle tanışmıyor olacaktım. Adım ise “huysuza” çıkacaktı.
Gerek özel hayatımda, gerek dostlar meclisinde bana eşlik etmek için sağıma, soluma oturan bu yol arkadaşlarımdan hiçbirini göremedim. Çünkü hepsiyle ulaşmak istediğim şehre gelince el sıkışıp ayrıldık. Bir dahaki seferde görüşmek için sözleştik sadece. 
**
Altı saatlik yolculuk için bilet alırken, altı yıla yakın bir zamandır uzun yolculuğa çıkmadığımı fark ettim. İki buçuk yaşındaki kızımla nasıl geçeceğini düşündüğüm ve envai çeşit senaryo yazdığım yolculuğum nihayet başladı.
Ahh anne olmak… Ben bile tanıyamıyorum artık kendimi. Yolculuk boyunca sakindim. Kızımın huysuzluğuna tebessümle sabrederken ve aynı soruya on kere aynı cevabı verirken kendime aynada bakmak istedim. Muhtemelen gördüğüm kişiye “Sen kimsin?” diyecektim.
Hani çok sabırsızdım, hani saatler geçmez, yol bitmezdi.
Şimdi bu cümleleri anılarımın tozlu rafına kaldırırken, küçük bir ayrıntıyı söylemeden geçemeyeceğim. Kızıma bu kadar sabır gösterip, keyif alması için çabalarken. Kızım uykusuzluğun verdiği huysuzlukla ağlamaya başladı. Susmak istemeyince de ağlamasına müsaade ettim. Mola veren otobüsten inmek için ayağa kalktığımda, arkadan bir teyze seslendi.
“Kızım yazık değil mi o çocuğu ağlatıyorsun? Ne istiyorsa versene”.
Bir hışımla dönüp “Ben bilmiyor muyum ne yapacağımı. Bilip bilmeden ne karışıyorsunuz” diye bulunca kendimi. Hiçbir şeyin değişmediğini, her halimin kızıma özel olduğumu fark ettim.
Annelik kimliğim aradan kalkınca kendimle yüzleştim.
Rehber olmanın zorluğu ve hafifliği yanımda duruyordu. Geleceğine yatırım yapmak için didindiğim, anılarını kirletmemek için uğraştığım bu aziz misafir beni alıp ne kadar yüksek bir makama taşımıştı. Bunu ise hiçbir şey yapmadan yüzündeki o masumlukla başarmıştı.
Sustum ve damlalarım sularken tohumlarımı.
İşte şefkatin gücü diyebildim sadece…
Saadet Bayri

El âlem ne der?

Dostlarla kış gecelerinde yapılan uzun muhabbetleri seviyorum. Zaman kaygısından arınmış, “saat kaç” cümlesini unutmuş bir halde sadece âna yoğunlaşıp, aklıma ne gelirse konuşabildiğimden bu sevgim.
 Gece ilerlerken, bana ait olmadığını bildiğim, ama bırakamadığım bütün sahte kimliklerimi, maskelerimi usulca kenara bırakırken bulurum kendimi.
Sonrası, küçük bir çocuğun itaati kadar masum ve yaramazlıkları kadar belirsiz bir ürkekliğin telâşı içinde kâh çocuk olurum, kâh genç… Kâh evlât, kâh anne ve kâh sevgili… “Ben”in bu kadar çok vasıfla vasıflanmış olmasına hayret eder, güçlü ve zayıf anlarımı gördükçe tebessüm ederim. Sonrası ise karışık duygular seremonisi.
Yerin altına girip, sonra göğün en yücesinde uçma halleri…
Bu kış gecelerinden birinde çocukluğumdan kalma bir cümle çıkıp geldi önüme. Kahkahalarımla inledi bütün geçmişim ve sonra hıçkırıklarıma eşlik etti sessizliğim. Bir cümlenin ne kadar güçlü olduğunu ve taşıdığı anlamla bir ömre bedellendiğini görmek acıttı içimi.
“El âlem ne der?”
O kadar eskiye dayanıyor ki bu cümleyle tanışıklığımız. Ben diyeyim anne karnı, siz deyin kırkın çıkmamıştı. Kız olmanın dayanılmaz ağırlığı ve devamında insanların söyleyecek olabilme ihtimaline dayandırılan envai çeşit söz.
Sanki tanıdığım, tanımadığım bütün insanlar benim ne yaptığımı yorumlayıp, cümleleştirdikten sonra birbirine duyurma telâşındaydı. O kadar ki, giydiğim ayakkabı, taktığım başörtünün rengi hatta elimdeki çanta bile bu kişilerin öncelikli konusuydu. Bu durum beni o kadar çok rahatsız ettiği halde, kafamın bir yerinde ur gibi dururdu. Dış kapıyı açtığım anda bir ses sürekli kulağıma üfler, her halimi kontrol ederdi.
Büyüdükçe fark ettim ki; bu cümle hayatımın temellerine öyle bir balyoz indirmiş ki, acısı hâlâ devam etmekte. Zamanla kapanacağı yerde, daha da derinleşmekte. Beni hayatımın öznesi olmaktan çıkarıp, neden, niçin ve kim için yaşadığımı unutturup, içimdeki ile dışımdakinin birbirini tanımadığı iki yabancıya dönüştürmekte.
Olduğu gibi görünemeyen, göründüğünden memnun olmayan…
Büyüdükçe, büyümenin bir suç olduğunu sandım. ‘’Fazla gülme. Çok konuşma. Kızlar öyle söylemez. Hanım hanımcık ol..’’ kalıplarıyla gelen ve beynime ince ince işleyerek, aynı kabın şeklini verdirme telâşının “el âlem ne der” cümlesinde saklı olduğunu gördüm.
Baskıcı ailelerinin koydukları yasaklara uydurdukları kılıftı bu. Ve bilimsel açıklaması: Sosyal fobi. Yani çoğunluğumuzun hayatına yön veren, bireyin kendini yansıtma cesaretini negatif etkileyen, dozu arttıkça bukalemunlaştıran endişe psikolojisi.
                                            **
Bu cümlenin beni hâlâ sinsice takip ettiğini ise geçenlerde fark ettim. Envai çeşit meyvelerden hazırladığım meyve suyunu kızıma içirme gayretim sonuçsuz kalınca, sinirlenip “İnsanlar ekmek bulamaz. Benim kızım da kıymet bilmez” diye devam ediyorken yakaladım kendimi. 
Yıllarca anneme kızıp, “Bana ne milletin kızından. Ben ne diyorum ona bakarım” diye söylenmiştim. Hatta karşılaştırıldığım komşu kızlarından gizli gizli nefret etmiş, onlarla arkadaş olmamak için aynı ortamlardan kaçmıştım.
Şimdi anne olmanın verdiği çokbilmişlikle, aynı cümleyi farklı bir kalıpla kızıma söyleyince üzüldüm. İnternette gezinirken: Bir gün annem Facebook’daki yazdığım yazıları görüp “Bak el âlemin kızı senden daha güzel şeyler yazıyor” der diye korkuyorum.
Cümlesini okuyunca acı acı tebessüm ettim. Bilinçaltıma yerleşmiş ve beni bir gölge gibi takip eden, hiç beklemediğim bir anda karşıma çıkınca şaşırdığım ne çok halim var. Bu pişmanlıklarımla, daha inşa aşamasında olan büyük bir hayatı küçük adımlarla kurarken, ne kadar çok şeye dikkat etmem gerektiğini bir kez daha fark ettim.
Saadet Bayri

Yorgunum: Merak etmiyorum


Yorgunum…
 Evet, ilginçtir son zamanlarda kendimde fark ettiğim ve fark edince de iyice kendini hissettiren bir ruh hali bu. Ruh hali diyorum zira bedenden önce hisleriyle, duygularıyla yaşar insan. Fatura ise bedenimize biçilir ve hiçbir şeye takati yetmeyen bedenler olarak dolaşır dururuz hayatın içinde. Ve sonrasında gelen depresyon, ataklar derken kişi iyice yıpranır. 
Yorgunluk salt bedensel olarak oluşan bir sonuç değil aslında. Yani çok yürüdünüz, ev temizlerken fazla güç saffettiniz, fazla konuştunuz, fazla mesai yaptınız… Örnekler uzatılabilir, ama bu örnekler sadece bedensel yorgunluk olarak kalır ve ruh halimize pek dokunmazlar. Benim bahsettiğim ruhsal yorgunluk yani merak etmeyen insan hastalığı.
Merak yeteneğini kaybettikten sonra başlayan ve bedensel olarak halsizlik, isteksizlik, ya da “içe kapanma”, coşku ya da ilgi kaybı, enerji ve girişkenliğin azalması, uyuşukluk, bitkinlik gibi sözcüklerle anlatılır bu durum. Ve aslında bir hastalığın da belirtisi olan bu ipuçları kişiyle kendi arasına kapanması zor bir uçurum bırakır.
Merak yeteneği biz insanlara verilmiş en önemli ve sır dolu bir his. Bu duygumuzla sabaha cıvıl cıvıl başlayabilir, küçük şeylerden mutlu olabilir ve ayrıntı denilen ince sırrı kavrayabiliriz.
Herbirimizin fıtratına yerleştirilmiş, ama zamanla kaybettiğimiz bir histen bahsediyorum. Alışkanlıklarımızın artması, ilgilendiklerimizin çoğalması, bakıp görmemeye başlamamız, sıradanlaştırdıklarımız ve hep aynı sandığımız şeyler zamanla bu hissimizi köreltti. Bu sebeple artık sabaha çok büyük bir heyecanla başlamıyor. Ekmeğe son defa dokunabilirim hissiyle dokunmuyor ve bir zeytin dilimizin üzerinde ahenkle dans etmiyor. Bunları yazarken “Bu kadar işin, gücün arasında zeytinin ahengi eksikti” diye geçebilir aklınızdan. Oysa küçük şeyler hayatın kavşağına insanı bağlayan tali yollardır.
*
Merak yeteneğinin ne kadar önemli olduğunu ve yaşamakla arasında ince bir sır olduğunu fark edişimin tarihçesi kısa aslında. Hayatla arama uzun bir mesafe koymuşken ve “Artık tad vermiyor bana güldüğüm şeyler” derken, Rabbim küçücük bir ayrıntıyı anlamamı nasip etti. Çok şey bildiğini sanan ben, çocuktan terbiye olunması gerektiği hakikatini göz ardı ettiğimi görünce, afalladım.
Evet, evimde aziz bir misafir var. Ve her gün beni biri gözetliyor. Yaptığım her hareketi ve davranışı kopyalıyor. Öyle ki olaylar karşısında verdiğim tepkileri bile kopyalayıp bana sunuyor. Ve ben hâlâ “Ben yaşamaktan zevk alamıyorum.” deme özgürlüğüne sahip olduğumu sanıyorum.
Hayat serüveni çok kısa, ama mutlulukları kocaman. Sabah gözlerini açar açmaz “Saadet acıktım.” dediğinde, “Bu kadar yıl yaşadım ismimi bu kadar heyecan ve sevgiyle kimse söylemedi” demekten alamıyorum kendimi. Yanıma gelip perdeyi aralayıp “Saadet kalk. Bak güneş çıkmış, sonra sabah olmuş.” diyerek, zorla pencereden bakmamı sağlayan bu minik misafirim, bana hayatın ertelenemeyecek kadar güzel olduğunu fark ettirdi.
İki yaşındaki kızım güne bu kadar neşeli başlarken, ben gözlerimi açamıyordum. Fark ettim ki biz aynı pencereden bakamıyoruz. Her sabaha aynı heyecanla başlayan ve aynı hareketle güneşi selâmlayan bu küçük insan, bana yeniden fark etmenin lezzetini yaşatıyor. Ekmeğin, çayın ve şekerin rengini soruyor. Sonra zeytinin acılığının yüzde bıraktığı o kekremsi tadı görüyorum. Krem peynirin ne kadar lezzetli olduğunu. Yediği peynire uzatıyorum kaşığımı, bir değişiklik yok her şey aynı. Ama bu küçük insan yerken ağzını o kadar güzel şapırdatıyor ki canım çekiyor. Ve tad alma duygusunun muhteşemliğini fark ediyorum.
Velhasıl yol arkadaşım bana bir hakikati daha fark ettirdi. Uzun zamandır şikâyet ettiğim yorgunluğum, merak etmeyişimden kaynaklanıyormuş. Şimdilerde keşfettiklerimiz arttıkça, yerlerde yuvarlanıp, oyuncak bebeklere ninni söyleyince “Yaşamak ne kadar ucuz. Hava gibi su gibi. Ama onlar kadar alışılmış. Bu sebepten çok pahalı“ demekten alamıyorum kendimi.
Saadet Bayri

Geçmişimiz (mi) siliniyor sessizce


Bayram ne zaman gelecek?” diye soran kızıma, “Bayram yarın gelecek” derken bir an duraksadım. Bayram gelecek; ama ben bunu daha iki yaşında olan bir çocuğa nasıl izah edecek ve bu önemli anları nasıl yaşatacaktım?
 Elimdeki balonları şişirip evin muhtelif yerlerine asarken, içim acıdı. Şimdilerde bayramları yaşamak ve yaşatmak ne kadar zordu? Belki sabah uyandığında, “Bayram geldi ve balonlarla süslendi evimiz.” diyecek kızım. Aynı evin farklı hâliyle karşılaşınca, bayramı “farklı bir gün” tadında hissedecek belki; ancak bunu hissettirmek bu kadar zor mu olacak?
Bayram…
Bana ne çok şey hatırlatır bu kelime. 
İki hece tek kelimenin içinde yaşım kadar mânâ biriktirmiş meğerse. Kahkahalarımı eklemişim her bir gününe. “Bayramda neler yaptınız?” sorusuyla başlayan kompozisyonlarıma ne çok şey yazmıştım tebessümle.
Arefe Gecesi ellerime kına yakardı annem. Rüyalarıma giren kınayı tutmayan avuçlarım… Ellerim sarılı olarak sabaha kadar beklerdim. Böylece bayramın bir yanının da anlamlı bir beklemek olduğunu öğrenirdim bu gecelerde.
Bayram sabır demekti. En sevdiğine, en çok istediğine sabrederek kavuşabileceğini öğrenmekti.
Belki de bayram özünde “haz öteleme” eğitimiydi. Başımın ucunda bekleyen elbisem. Gece defalarca bakıp uyuduğum kırmızı fiyonkları olan ayakkabım. Birkaç gün öncesinden alınıp defalarca denediğim kırmızı kurdeleli balon eteğim. Saçlarıma takacağım küçük tokalarım…
Ve sabah erkenden uyanıp kahvaltı bile yapmadan ellerimi yıkama telâşım. Kırmızı olduğunu gördüğümde şükrettiğim avuçlarım. Defalarca baktığım ve mutluluktan tebessüm ettiğim küçük sevinçlerim… Bayramlıklarımı giyip babamın, annemin ellerini öperken aldığım o tarifsiz lezzet. Bayram dışında yapılmayan “Bayram yuvarlaması”, yani bayrama has o eşsiz yemek kokuları.
Şimdilerde çıktığım basamaktan hayata bakarken; geçmişime, hatıralarıma ve gençliğime ne çok şey eklediğimi görüyorum. Oysa şimdilerde geçmişimiz siliniyor sanki çok büyük bir hızla. Kızımın hatıralarının içi boşaltılıyor. Çocukluğunun kahkahalarının sesi kısılıyor. 
Bu kadar çok çizgi film izlerken, hatıralarından çalınıyor birer birer bütün çizgi karakterler. Hâlâ “Şirinler” isimli çizgi filmi yâd ederken ben, onun hafızası çok karışıyor. Çoğaldıkça kareler, kayıpları artıyor sessizce.
Gün gelecek özlemlerinin azlığından şikâyet edecek meselâ. Özlemenin nasıl bir duygu olduğunu… Sevdiği birinin sesini duymanın insanı nasıl heyecanlandırdığını, benim kadar hissedemeyecek. Hatıra defteri olmayacak ve arasına sakladığı resimleri… Parmaklarının değeceği satırlar da siliniyor birer birer… Hayatı ekrandan izlerken, korkuları artacak hiç dokunmadan ve yaşamadan… 
***
Şimdilerde minik bir yüreği temiz tutma telâşındayım. Gittikçe içi boşalan kelimelerin içini doldurma gayretindeyim. Bir yetişkinin geçmişine hatıralar ekleme derdindeyim.
Zor zamanların içine girdiğimi ve her şeyin daha da zorlaşacağını biliyorum. Yarının bütün sürprizlerine karşı, sırtımı dayamışken geçmişime. Yeni yeni anlıyorum… Hatıralar aslında baş edebileceğimizi öğretiyor hayatın her haliyle.
Saadet Bayri

Depremden beri, depremden öte


Acı… Kocaman bir acı… Çok büyük bir acı… Dehşet bir acı… Acıya dair hiçbir cümle Van’da yaşanan depremin bıraktığı acının büyüklüğünü ve şiddetini tanımlayamaz. Biliyorum, ama bilmek hissetmek için yetmiyor, tıpkı yaşamaya yetmediği gibi.

“Acınızı paylaşıyorum” cümlesi bana kuru ve öylesine söylenmiş bir söz olarak geliyor. İçi dolmayınca da his eksik kalıyor. Oysa telefonda “Van’da olanları duydun mu?” cümlesinden sonra hıçkırıklara boğulan ses, şefkatin ve merhametin gücünü hissettirmişti. Ne olduğunu tam anlamasam da salıvermiştim gözyaşlarımı.
(Merhamet etmeyene Allah da merhamet etmez, acımayana acımaz.) [Buhari] hadisi dilimden yüreğime dökülmüştü.
Sosyal paylaşım sitelerinde insanlar birbirini yerken, aklıma takılıyor bu gençlik, bu necib millet ne zaman bu kadar zalim oldu? Ve ne hikmetse hiç haberimiz olmadı. Irkçılık sadece bir bölgeyle hatırlatılmaya çalışılsa da, her birimizi içten içe esir almış durumda. Bir yazarın şu cümlesi ne kadar manidar. “Bu deprem, sadece yerin içini dışarı çıkarmıyor, insanları da iç/dış ediyor. İçimizde ne varsa dışa vuruyoruz her depremde.”
Ellerim(iz) duâda… Rabbim bizi ve Van’da şehit olanların günahlarını affetsin. Kalanlara sabır ve elindekilerin kıymetini bilmeyi nasip etsin.
Kıymet bilmek ne zordur. Ama dilimize de en çok düşen cümledir.
Âşık olduğumuz kişinin uğruna ölürüz meselâ. Yapamayacağımız şey yoktur evlâdımız için. Canımızı isteseler veririz annemiz için. Vatan için ölürüz, üstelik her gün. Ama biz çok büyük şeyler için fedakârlık yaparız.
Oysa sinirimizin tavan yaptığı o anda yavrumuza tebessüm edip, susmaktı kıymet bilmek. Annemize her ne olursa olsun “Öf” bile dememekti kıymet bilmek. Ayakkabılarını boyamaktı belki de sevmek. Ve vatan için ölmek ise Merter’de bir taksicinin sessizce ceketini çıkartıp, Van’daki depremzedeler için hazırlanan yardım kolisinin içine koymasıydı.
Hani bir kimse, Peygamber Efendimizin (asm), torunları Hazret-i Hasan ile Hazret-i Hüseyin’i öptüğünü görünce (Benim on tane çocuğum var. Hiç birini öpmedim) demişti. Peygamber Efendimiz (asm), (Merhametli olmayan merhamet göremez) buyurmuştu. (Buhari)
Acaba en büyük fedakârlığımız merhametimiz miydi? Ve merhameti kaybettiğimiz için mi bu kadar şiddet ve bu kadar hüzün üçüncü sayfalardan evlerimize servis ediliyordu. Merhametimizi kaybettiğimiz için mi artık kadınların, genç kızların hunharca öldürülüşü manşetten veriliyordu.
Kimbilir…
Merhametle beraber şükretmeyi de unuttuk biz.
Dört aylık çocuğum ve eşim göçük altında diye ağlıyordu adam.
Düşündüm bu adam ağlarken “Bugün eşime onu ne kadar çok sevdiğimi söyleyemedim” diye de ağlıyor mudur? Ya da bugün evden çıkarken, sevdiğinin yüzünü ilk defa görür gibi bakmadığı için de ağlar mı? Bebeği gece ağladığında sinirlenmiş miydi? “Bir türlü uyuyamıyorum” diye söylenmiş miydi? Şükredebilmiş miydi dört aydır her gün de.
Cevapları insanın içini sızlatan ve hâlâ yanımızda olan sevdiklerimizin kıymetini bilmemize vesile olacak türden.
Ne acı ki hiç kimse ve hiçbir şey baki değil.
İki gün öncesine kadar zengin olan kişiler şimdi fakir. Bayramda kızıma elbise alamıyorum diye üzülenler, şimdi yaşıyor olduğuna şükrediyor. “Bu ayakkabıyla bu bayram nasıl geçer” diye içten içe eriyenler şimdi bir kuru ekmeği bulunca sevinçten ağlıyor.
Meğer şükür ne az değermiş dilimize. Bir deprem, bir felâket: yaşıyor olmanın ne büyük bir nimet olduğunu, bir kez daha hissettiriyor.
Ne mutlu hissedene…
Saadet Bayri

Yalnızlıktan şiddet doğar


Gün geçmiyor ki bir şiddet haberi ile sarsılmayalım. Ve neredeyse gazetelerle televizyonların olmazsa olmaz konuları arasında. Özellikle de kadına şiddet konusu ki, magazin haberi tarzında verme furyası içinde, hayatımızın iğreti bir parçası gibi duruyor. İşin magazin yanı bir tarafa, son on yıldır giderek artan bu hâlin altında yatan gerçek sebeplerdir asıl önemli olan. Sahi, nedir bu gerçek sebepler? Her televizyon kanalına çıkıldığında, yüksek perdeden ifade edilen kuru ve hayatın gerçekliğine uzak bilimsel açıklamalar ve devamında da sorunu ucu açık medeni olamamaya bağlamalar mıdır? 
 Sebep her ne olursa olsun, şu bir gerçek ki; kadına şiddet geçmişten günümüze hayatımızda çığ gibi büyüyen bir toplumsal yaradır... Bu seferlik, kuru bilgilerden ziyade gözlemlerimden yola çıkarak karakter tahlili üzerinden değerlendirme yapmak galiba daha sağlıklı olacak. Zira şiddet uygulayan kişilerin sadece eşlerine karşı değil, çevrelerinde bulunan herkese karşı tepkili olmaları, çok şüpheci ve sürekli kontrol etme güdüsü yanında, basit olaylara bile çok sert tepkiler göstermeleri gibi yüzeysel değerlendirmeler hayatın derinliğine dalmaktan uzak geliyor.
Hatta maç izlerken, haber seyrederken bu kişilerin verdiği tepkilerin yüksek ve sert olması da bana gerçekçi gelmiyor. Dahası, sebepsiz yere “Yemek neden geç pişti?”, “Ev neden şimdi temizleniyor?”, “Bu çocuk neden ağlıyor?”, “Mavi gömleğim neden ütülenmemiş?” gibi çok basit tepkiler şiddetin asıl sebepleri olamaz. Olsa olsa her yeri ateşe vermek için kıvılcım mahiyetinde bahaneler olabilir. Nitekim bilinçaltları deşilse, bahanelerin asıl sebebi ortaya çıkacak. Eve gelirken yaşanılan bir gerilim, trafiğin yoğunluğu, bir arkadaşın kendisini alçaltıcı davranışta bulunması, yetiştirilmesi gereken bir iş ve ödenemeyen borçlar gibi insanı tedirgin eden etkenler olabilir. 
Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde yer alan “fizyolojik ihtiyaçlar, güvenlik ihtiyaçları, kendini güven ve emniyet içinde ve tehlikeden uzak hissetmek, ait olma ve sevgi ihtiyaçları, başkaları ile ilişki kurmak, kabul edilmek ve bir yere ait olmak, değer ihtiyaçları, kendini gerçekleştirme ihtiyaçları” türünden basamaklar da bunu ifade etmiyor mu? Bunların yoksunluğunda, tarifi imkânsız tahammülsüzlük ve sonucunda hiçbir şeye yetememe, özgüven eksikliği ki, devamında çaresizliğin getirdiği şiddet ortaya çıkar.
İşin tuhaf yanı, kadına şiddete kırsal kesime has bir olay diye bakılır. Oysa bu durum kültürlü dediğimiz eğitimli ailelerde de yaşanmakta. Ancak bu eğitimli erkekler kaba kuvvetin yanında, sözlü taciz denen psikolojik şiddeti daha çok yeğler. Nasıl mı? Meselâ toplum içinde küçük düşürmeye çalışmak… Giyim ya da saç modeliyle ilgili eleştiriler, çok kilolu olduğu gerekçesiyle eleştirilip başka kadınlarla kıyaslamalar yapmak. Ve ev sorumluluklarını yerine getirmemek için türlü hakaretler…
Açıkçası bu tarz şiddetin daha fazla olduğunu düşünüyorum. Çok fazla dillendirilmemesi belki de kadınların bu durumu kendilerine yakıştıramadıkları için en yakınlarına dahi söylememeleri olabilir. Sahi, hayat şartları iyileştikçe, mutlu olmaları ve şikâyetleri azalması gereken bayanların mutsuz ve her şeyden şikâyetçi olmalarının altında yatan sır bu söyleyememe yalnızlığı olmasın? Belki de “kadın kadının kurdudur” ifadesinin gerçekliğinin acımasızlığındandır bu kadar yalnızlık ve huzursuzluk. Belki de çoğu kadın yaşadığı üzücü olayları gizlemek adına mutluluk maskeleri takıyor. Oysa bu durum, kadınları yalnızlaştırırken daha çok ezilmelerine ve başkasını beğenmeyerek kendilerini içten içe çökertmelerine zemin hazırlamaktan başka bir işe yaramaz. 
Söz gelimi, kırsal diye adlandırılan kesimde, şiddet gitgide artmasına ve geçim sıkıntısı da had safhada olmasına rağmen, kadınlar mutlu olmayı becerebiliyor. Belki de bunun sebebi paylaşmanın dayanılmaz hafifliğidir. Çünkü komşu dediğimiz kişi, bu kadınların can yoldaşı. Öyle ki sabah uyanır uyanmaz kapısını çaldığı, iki lâfın belini kırıp rahatladığı, hayatın her hâlini “ti”ye alıp kahkahalarını havada uçuşturduğu bir nevi terapi sahası… Dertleşmek adı altında birbirine terapi uygulayan bu hanımlar, farkında olmadan deşarj oluyorlar ki, bence terapinin aslı astarı da budur.
                                                                        Saadet Bayri

Parkta, parktayım


Bu ara uğrak yerlerim arasında çocuk parkları var. Günün belli saatlerini geçirdiğim ve hayatı başka bir pencereden izlediğimi hissettiğim yerler.

Küçük zaman dilimlerine, kocaman hayatların sığdığı mekânlar buralar. Kahkahayla, gözyaşının arkadaşça geçindiği…
Gözlerine kum atan çocukla birkaç dakika sonra kumdan kaleler yapan yüreklerin durup soluklandığı anlar…
Çocuk parkı deyip geçmeyin… Aslında geçmiş ve geleceğin potasında eridiği, bitimsiz yekpâre bir an akıyor tam yanı başından insanın. Kocaman hayatlar ve kocaman yaşanmışlıklar beraber geçer gözlerin önünden.
Birçok sorunun cevabı gizlidir oralarda. “Neden böyle” dediğiniz davranışların nedeni gezinir kumlarında. Oturduğunuz banktan, bir geleceği okurken bulursunuz meselâ kendinizi.
Öylesine yapılan bir hareketin, düşünmeden söylenen bir sözün, bir insanın ya da insanların hayatını ne kadar değiştirdiğini fark ettikçe, ezilirsiniz.
Şu âna ulaşan ellerin, çocukluğunuzdan uzandığını fark edişiniz incitir bütün geçmişinizi.
İyi niyetle yapılan ve ancak aşırı şefkatten tarumar edilen anlar varken elinizde, şaşırırsınız bu kadar tecrübeyi ne zaman edindiğinize.
Dahası, salıncakta sallanan çocukları her gördüğünüzde, çocuklarla beraber hayatlarının da sallandığını fark edersiniz ki, o an film kopar ve kime neden kızacağınız birbirine karışır.
***
Her gün küçük bir çocuk takılır gözlerime.
Onu izlerken zaman yavaşlar, her saniye bana bir resmigeçitten haber verir gibi. Kalbimin sesini duyduğumu sanırım o an. Hüznün, insanı titreten bir yanı olduğunu bir daha hissederim. Ruhunun üzerindeki incecik tül perdesini aralayacak kadar yaklaşırım. Ama ne yazık, ruhunu göremem.
Bütün çocuklar kumdan kaleler yaparken, onun payına salıncaktan izlemek düşer. Kaydıraktan kayıp düşen çocuğun acısına içlenmek… Havalara uçarken arkadaşı, öğrenilmiş sakinlik içinde sallanır bir aşağı bir yukarı…
Kim bilir, belki de eve dönerken, başkasının sevincine gülen ve ağladıklarında hüzünlenen birkaç an kalır elinde.
Uyuduğunda ne düşünür acaba? Kime küsüp, oyuncaklarını vermez ya da hangi yarası sızlar?
Bilemem…
Ama bildiğim, ruhunun çok yaralandığıdır. Bütün hayatına müdahale eden bir anneyle, bir ömür yanı başında olsa da olmasa da yaşamak zorunda kalacaktır.
Yaptığı her işi onaylatacak, aldığı her kararı doğrulatacak bir makama yavaş yavaş yükseltilirken ve bütün hayatını planlarken bir başkası, sessizce izlemek düşecek payına. O sessizce bakacaktır. Tıpkı salıncaktan başkasının hayatına baktığı gibi.
Belki de onunla beraber birçok hayatlar yaralanacaktır.
Kim bilir…
Saadet Bayri

21.2.12

Usul usludur


Yeni araladığım perdemin camına vuran yağmur damlaları, “usul”ca yaşamadığım hayatı ne kadar da hızlı yaşadığımı hissettirdi. “Âheste çek kürekleri, mehtâb uyanmasın/ Bir âlem-i hayâle dalan âb uyanmasın” mısralarının hafif kekremsi tadı konuyor, kalbimin dudaklarına. Öyle ya, “Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden” demiyor muydu şâir? “Usul”ca, tahtaların gıcırtısını duya duya… Sükûn ve sükûtun derinliğini yudumlaya yudumlaya çıkmalıydım hayat basamaklarını. Düşürdükçe hızımı, ibresi değişecekti farkındalığımın ve dümtek âhengiyle ses verecekti dilime yüreğimin sesi.
 Yavaşlamak için önce koşuyor olduğumu fark etmeliyim o hâlde. Çünkü fark etmenin bir adım sonrası dikkat etmek. Yüzümü çevirirken âleme, bakmakla görmenin farkını fark ettikçe, lezzetlenecek bakışıma değen renk cümbüşü.
***
Takıp aklıma hayal kanatlarını, gözlerimi kapıyorum sahil kenarında ayaklarım değerken suya. Hışırtıyla şırıltının birbirini tamamlayan sesini dinliyorum. Bir ân-ı dâim kadar çok tekrarı var ki şu ânın, hiç yaşanmamış bir ânına şahitlik ediyorum sanki zamanın.
Hayatımın, koca bir andan ibaret olduğunu hissettikçe ve burnumu okşarken arka siteden gelen hanımelinin kokusu, kelebeği kovalayıp yorulan kediciğe gülerken görüyorum aklımı.
Ruhumun aynasına yansıyan resimler… Ve çok sevdiğim bir yakınımı görmüş kadar mutlu olurken, ruhuma dokunuyorum “usul usul”. Etrafımda gelişen  şevk içindeki faaliyet ve hareketin varlığıma ne kadar ve nasıl anlam kattığını görüyorum. Birine veyahut bir şeye zaman ayırmak, onu sevdiğimi hâlimle hissettirmek hazların en nazlısı…
***
“Akşama ne yemek yapsam?” diye düşünüyorum yürürken. Bir sesle irkiliyorum. Kaldırım taşlarını sayan birkaç çocuk yavaşlatıyor adımlarımı. Ve her gün geçtiğim kaldırım taşlarındaki desenler yerleşiyor gözbebeğime. “Bu desenler ne zamandan beri var?” diye komik bir soru düşüyor dilime. Gülümsüyorum… Tebessüm edecek hâlde olmadığımı sanırken hem de.
Sonra yemek yapıyorum, aklım gördüğüm kaldırım taşlarının desenlerine kaymadan. Baharatın kokusunu duyup, tuzun beyaz ve saf hâlini izliyorum. Soğanı yağın içinde âhenkle dans ederken yakalıyorum. Ve sebzelerin birbirine yakışan renklerinin fotoğrafını çekiyor yine gözbebeklerim. Nihayetinde hayatın “anların birleşiminden doğan uzun bir şimdi” olduğunu, yaşayarak tecrübe ediyorum.
***
Ömrüme sığıştırmak için uğraştıklarımın listesini yapıyorum. Yazmaktan yorulurken, nasıl yaşadığımı sorguluyorum. Dışımla uğraşırken, içimin caddelerinin ölü anlarla dolu olduğunu fark etmek, ürkütüyor gönlümü.
Yetişememenin verdiği kaygı ile hızlanıp ölüme ne çok yaşanmamış “şimdi” bağışlamışım cömertçe. Ömrümün ortasında fark ediyorum.
Kâinattaki her parça birbiriyle ilişkili iken ve benden başka bütün yaratılmış sakince hareket ediyorken… Her şeyin âhenkle aktığı bir hayatta, mevsimler bile sırayı bozmadan ilerlerken, utanıyorum usulca yaşayamadığım duygularımdan.
İhtiyaçlarımı daha çabuk gidermek için hızlanırken, sabırsızlık ve tahammülsüzlük girdabına hapsolmuşum.
Boşuna, “Hatırlamak isteyen kişinin adımlarını yavaşlattığını, unutmak isteyen kişinin ise hızlandırdığını” dile getirmemiş Milan Kundera, “Yavaşlık” kitabında.
Attığım her adım benden uzaktayken, sahip olduklarımı hatırlayıp şükrümü arttırmak için yavaşlama zamanıdır artık.
“Dünyayı bir kum taneciğinde… Ve yabanî bir çiçekte cenneti… Avucunun içine sınırsızlığı sığdır ve dahi bir tek ânın içine sonsuzluğu” diyen şâir misali, yaşarken mutlu olmanın sırrını çok ince çizgilerle çizme zamanı değil mi?
Saadet Bayri

Hayatımın tavan arası


“Sakla lâzım olur, atma giyersin” sözü eskilerde kalsa da, atılamayan ne çok eşya var evim(iz)de.
 Bir dostum taşınmak için hazırlık yaparken, ne kadar gereksiz, işe yaramayan eşyasını attığını ve atarken ferahladığını anlattı.
Bir diğeri katıldığını söylerken, arınma girişimlerinin hangi hızda gittiğini ara ara haber verdi.
Ve bu işleme katılan herkes aynı ferahlıktan bahsetti; evim boşaldı.
Taşınırken, ne kadar çok şeyi “Bir gün lâzım olur” kaygısıyla sakladığımı fark etmiştim.
Çöp poşetini doldururken, hafif burkulmuştu içim.
Atmak için dokunduğum her eşyamın üzerinde, geçmişe ait bir iz vardı. Bu izlerin yardımıyla, geçmişi yeniden yâd ederken, unutmanın ne kolay olduğunu görmek incitmişti.
Fark ettim ki; en zor arınma hali, eskilerden kurtulmaktı. Temizlenmek, tenhalaşmak göründüğü kadar kolay değildi.
Bu arınma işlemi; her şeye sahip olduğumu sanırken, hiçbir şeyim olduğunu görmeme sebep oluyordu.
**
Elime değen bir mektup yıllar öncesini haber verirken, gözlerimden destursuz aktı yine yaşlarım.
On yıl öncesinden kalma şu satırlar, ne kadar özenle yazılmış ve her bir kelime ne kadar itinayla seçilmişti.
Kokladım zarfı ve eski bir dostun ellerinin kokusuydu sanki duyduğum.
Fanilik her yanımı kuşatmıştı işte.
“Hiç unutamam dediğim” birçok ânımı, şimdi bir işaretle anımsıyordum. Oysa o anları yaşarken ne kadar sevinmiş ya da ne çok üzülmüştüm.
“Bir daha mı” dediğim ne çok hatam tekrarlanmıştı yaşarken. Ve bunların tekrar olduğunu bile fark edememiştim.
**
Liseden mezun olurken imzalattığım gömleğime değdi elim. Çoğunun yüzünü unuttuğum isimler değdi gözlerime. Hatırlıyorum ne kadar mutluydum o kalemi elden ele gezdirirken.
“Seni hiç unutmayacağım” diyordu biri.
Oysa ben onun ismini bile unutmuştum, yüzü gibi…
Gömleğimi çöp poşetine koyarken, bir geçmişi tamamen sildiğimi fark ettim. Bir daha hiç hatırlayamayacağım onca isim, işte oradaydı.
Neredeyse okul hayatım boyunca yanımdan ayırmadığım ajandam. Hiç bilmediğim şairlerden derlenmiş şiirler, notlar ve hatıra yazılar. İşte çöp poşetinde sayfalarına bile bakılmadan duruyordu.
Ve attığım her bir eşya: “İşte bu kadar kıymetli olacak bir gün, şu an çok kıymetlilerin” diyordu sanki.
Atsam mı atmasam mı? diye elime geçen bir kartpostal. Küçük kâğıtlara düşülmüş küçük ayrıntılar.
Hediye paketleri ve daha neler neler…
Attıkça, arındıkça eskilerden fark ettim ki; tıpkı çekmecelerim ve dolaplarım gibi hayatımda da birçok yer boşalmıştı.
Ve tavan arasından boşaltıp ayrıştırırken bütün eskilerimi, arada aklımı ve yüreğimi de arındırıp temizlemem gerekliydi.
**
Derkenar: Hayatından silmek istediklerini gerçekten sil. Çünkü geri dönüşüm kutusunda bekletirsen; sistemini yavaşlatır!  (Adam Fawer)
Saadet Bayri

Bit pazarına Nur yağdı


Dizi izlemeyi severim.
 Hayatı şarkı tadında seyretmek ve arada hayallerle uçmak güzel anlarımdandır. “Tam benlik.” Düşüncesiyle tebessüm ettiğim sahneye değen müzik ise bambaşka kılar bütün söylenenleri.
Bugünlerde dizilerle birlikte keşfettiğim şarkıları dinledikçe, notalara binip, yürek şehrimi karış karış gezdiğimi hissediyorum. Ve aklımdan geçmiyor değil, “keşke bazı anlarımı fon eşliğinde yaşasam” diye.
Neden böyle düşündüm?
Bence o zaman duygusal anlarımı daha yoğun yaşardım. Ve öfkem bu kadar sert ve kelimelerim bu denli kırıcı olmazdı.
Ya da sevincim ayarsızlaşmaz, daha yerinde olurdu mutluluk gösterilerim. Ne yapmam gerektiğini, ne söyleyeceğimi bilemediğim anlarımda susunca, “iyi ki susmuşum” diyebilirdim belki… Ve suskunluğuma değen o melodi ise, beni o ânın sıkıntısından kurtarabilirdi. Söyleyemediğim onca şey, birkaç kelimenin içine gizlenir ve bütün kelimeler dans ederdi çok şey söyledik diye.
Bu düşüncelere ise izlediğim dizide ki, eski şarkıların hissettirdiği anlarımla ulaştım.
Bu günlerde “Ne varsa eskilerde var” sözüne takılıyor yine bütün cümlelerim.
Eskiler eskiler. 
Meselâ Çağan Irmak, Issız Adam filminde 18 yıl önce ölen Ayla Dikmen’in “Anlamazsın” şarkısını kullanmasaydı bu kadar izlenir miydi?
“Ya da öyle bir geçer zaman ki” dizisi bu kadar kısa sürede bu kadar beğenilir miydi?
Bence eskilerden bir şeyler değince değişiyor her bir şeyin yüzü. Ve hafızamızda kalan sözlerden, hareketlerden çok tını oluyor. Ve takılıp kalıyoruz.
***
Kızımı uyuturken söylediğim ninnilere takılıyorum ve anlıyorum işin sırrını; insan, daha doğmadan (annesi yoluyla) dolaylı olarak müzikten etkileniyor. Doğumdan sonraki bebeklik döneminde ise ninni vb. müziklerle uyutulurken, notalara takılıyor ruhu.
Çocukluk yıllarında saymacalar, tekerlemeler ve müzikli oyunlarla oynarken, gençlik döneminde dinledikleri daha bir şekilleniyor. Yaşlılık döneminde ise tam ayarını buluyor.
Şimdilerde dinlediğim, duyduğum şarkılardaki, konuşmak ve bağırmak arasındaki kararsızlığı görünce; müzik kelimesinin bu duygularımı karşılamadığını düşünüyorum. 
Hissetmeyen insanların yazdığı ve hissedemeyen insanların söylediği şeylere “müzik” demek doğru.
Ancak bahsettiğim seslere “musıkî“ desek daha ikna edici olur.
Kelimesiyle, notasıyla, müziğiyle, ahengiyle ve hissettirdikleriyle…
Saadet Bayri

Şeytan kulağına tık tık


Bir şeye çok inanırsanız ve bunu bütün samimiyetinizle yaparsanız etkili olursunuz. Yaşadıklarımdan öğrendiğim önemli bir tecrübedir bu. Samimiyetin mu'cizevî bir dili olduğunu biliyorum.
 Öyle olmasaydı hayatımıza giren birçok davranış, bu kadar kolay vazgeçilmezimiz olmazdı.
Alışkanlıkları değiştirmek zor…
Ancak bu alışkanlığınızı nasıl ve ne şekilde kazandınız? Sorusuna kaç tane cevap gelir bilemiyorum.
***
Alışkanlık demişken, aklıma bir de bâtıl inançlar geldi. İsmini duyduğumuzda yapmadığımızı düşündüğümüz ancak hayatımıza bizden izinsiz giren masum alışkanlıklarımız bunlar.
Hatıralarımı yoklarken, ilkokul sıralarına kadar gidiyorum.
İlkokul arkadaşım korkunca, hemen kulak memesini çekip, üç defa tahtaya vururdu. Bir de “Şeytan kulağına taş” diye eklerdi. Çocukluk bu ya, bir ara bende böyle yapmaya başlamıştım. Ve bu davranışımdan kurtulmam, kazanmak kadar kolay olmadı.
Şimdi gülümseten ancak bir zamanlar yaptığım davranışların altında yatan sırrı buldum: Samimiyet ve güven.
Öyle olmasa hâlâ geceleri tırnak kesmeyişimin bir açıklaması olurdu.
Çocukken akşamları tırnak kesmem gerekirse, annem buna müsaade etmez ve “Gece tırnak kesilmez kızım” derdi. Gece tırnak kesilmenin iyi olmadığını bilirdim, ancak neden iyi değil? Kesince ne olurdu? Sorularım hep cevapsız kalırdı. Annem de bilmezdi, oda kendi annesinden öğrenmiş ve sorgulanmadan getirmişti, kendi kızına kadar...
Ters olan terliklerle de geçinememişimdir. Gördüğüm de ihtiyarsız, düzeltme kaygım ise tuhaf gelir hâlâ…
Başkasının elinden bıçak almam meselâ. Neden? Aramız bozulmasın diye. Hatta alırken üzerine tükürmek gibi bir adet var ki, onu yapmamak için yere bıraktırırım.
Eşikte durmam.
Cinlerin ismini söylemem. Elimden geldiğince üç harfli diye geçiştiririm.
Akşam ezanından sonra dışarı çıkmamaya dikkat ederim.
Baykuş sesi ürkütür. Bilirim bu kaygımın yersiz olduğunu, ancak öyle kolay silinmiyor kulağımdan, o sevimsiz hikâyeleri…
Daha sayamayacağım o kadar çok alışkanlıklarımız var ki… Aslında birçoğunun yersiz ve sebepsiz olduğunu biliriz. Ve “ne olur, ne olmaz” diye yaparız.
Bu satırları okurken tebessüm edenlerin çoğunluğunun hanımlar olduğunu düşünürsek, konu biraz daha aydınlanmış olur.
Düşünün bâtıl inanç dediğimiz birçok davranış, annelerimizden yadigâr değil mi? Onlara da kendi annelerinden. Yani yedi kuşak geriye giden bir kadın dayanışmasıdır bu.
Takdire şayan ve istenirse ne kadar güçlü olunabileceğimizin ispatı.
Saadet Bayri

Şefkatsiz anneler


Bir savaş meydanı…
Herkes kan revan içinde…
Ölen ve öldürenlerin bulunduğu bir can pazarı…
Ashab ve Peygamber son durumu teftiş ederken, ortalıkta çocuğunu can havliyle arayan ve her gördüğü çocuğu oğluymuş gibi bağrına basan kadın dikkatlerini çeker. “Bu kadını görüyor musunuz? Sizce bu kadın oğlunun cehennemde yanmasını ister mi?” sorusuna hayır cevabı yükselir.

“İşte, Allah ondan daha şefkatlidir” der, Hz Peygamber…
Bu olaydan elbette epey ders çıkarılabilir; ama beni düşündüren saadet asrının, canavarlaşmış insanlara ikame ettiği sonsuz şefkat hissi. Muhammedî bir terbiye dairesinde özellikle kadında billurlaşmış şefkatin bir hâle gibi toplumu sarıp sarmalayışı…
Zira çekip aldığım zaman, dürbünleri günümüze, maddeci insanların kaskatı kesilmiş ve taştan daha taşlaşmış kalplerinden ürperiyorum. “Yeni doğmuş bir çocuk, sabahın erken saatlerinde cami avlusunda bulundu… Yeni doğmuş bir bebek çöp bidonunda bulundu” türünden haberler dururken bütün karanlığıyla orta yerinde vicdansızlığın, “yavruları öldüğünden, bir haftadır yemek yemeyen bir köpek” ve dahi “ölen yavrusunun yanıbaşından ayrılmayıp acı içinde gözyaşı döken köpek” haberleri gönül tellerimi titretiyor.
Öyle ya, annelik gibi kutsal bir meziyet kime nasıl değerse değsin, onu kendi yaratılış halinden çıkarıp bambaşka bir hale sokar.
Hayvan deyip geçtiğimiz köpek dahi olsa, anne olduktan sonra duyarlılığı, şefkati başka bir hâl alıyor, o yırtıcı ve zalim hâllerini şefkat yoluyla öyle bir değiştiriyor ki, insan gördüklerine inanamıyor.
Peki nasıl oluyor da insanoğlu, az veya çok fark etmez, bu ulvî duygudan soyutlanabiliyor ve deyim yerindeyse hayvandan daha hayvan olabiliyor?
“Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku. Yoksa hayvan ve câmid hükmünde insan olmak ihtimali var” diyen Bediüzzaman, ne güzel söylemiş. Zira bu düşünceler ister istemez beni iman ve küfür muvazenelerine götürüyor. 
İşte diyorum, 19. asırdan başlayıp günümüze kadar devam ederek insanlığı tahrip eden pozitivist yaklaşımın oluşturduğu maddeci anlayışın sebep olduğu manevî yıkımlar…
“İman, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder. Öyleyse, insanın vazife-i asliyesi, iman ve duâdır. Küfür, insanı gayet âciz bir canavar hayvan eder” diye Bediüzzaman’ın ifade ettiği düşüncenin somut göstergesi bu olsa gerek.
Bir tarafta Allah’ın kendisine derc ettiği şefkat duygusu körelmeyen hayvanlar, diğer tarafta İslâmî anlayışın getirdiği iman yoksunluğundan dolayı vicdanı tefessüh ettiğinde insanlığın mertebesinden, hayvandan daha aşağı seviyede seyreden sözde insanlar…
Maddeci bir anlayışın temelinde seküler bakış açısıyla toplumu dizayn edenlerin kulakları çınlasın.
Hayatı tüketim üzerine kurup “kullan-at” düşüncesini yerleştirmeye çalışıp insanların ruh ve vicdan dünyasını hırs zehriyle tarumar eden kapitalist zihniyetin kör gözleri görsün… “Şüphesiz biz insanı en güzel şekilde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına attık (Tin, 4-5)” âyetinin somut göstergeleri, şefkat yoksunu annelerin gitgide gözle görülür biçimde artması bu olsa gerek.
Saadet Bayri

Özlemek


Ah bu şarkılar!.. Hele eski şarkılar… Nasıl da dalıyor insan maziye, eski bir şarkının kanatlarında... Sahi, neden şarkılar özlem denen ateşi yakar, insanın yürek tenhasında? Bilse de insan, bilmezlikten gelir bu sorunun cevabını çoğu zaman. Öyle ya, en çok tez cevaplanan; ama bir türlü tam olarak idrak edilemeyen ve idrak edildikçe derinleşen sorularda yitip gitmiyor mu insan?

Boşuna, “Ölüm Allah’ın emri de şu ayrılık olmasaydı” dememiş şâir. O hasret denen acımasız akrebin kıskacından dem vururken, ellerinden bir an uçup giden ve asla dönmeyecek kuş misali, bir daha bir arada olmayacaklarını mı yahut kavuşma imkânı olmayacak olanı mı daha çok özler insan? Veyahut da sahipken yitirdiklerini mi?...
Evet, insan tutamadıklarını, tutmuşken tutunamadıklarını ve göz göre göre yitirdiklerini özler. “Şimdi sen gidiyorsun ya, herkes sana benzeyecek” sızısının hançer tadında, yitenin yerine başka hiçbir şey koyamadıklarını ve koyamayacaklarını da özler insan… Kadın olsun, erkek olsun… Hayatın o görülmez ince telleri içinde, mızrap misali derin yankılar bırakıp devrimler yapan ve “Daha asitli bir yalnızlık için dilek tutuyorum şarkılara” ifadesinin doldurduğu ve bir daha başka bir şeye yer kalmayacak şekilde çın çın öten zamanında söylenmemiş bir “dur” nidasını özler… Öyle ya, “Sana gitme demeyeceğim/Ama gitme…” şarkısının ince ayrıntısında gizli değil midir özlemi doğuran o yakılası gurur. “Gitme” denilmiştir; ama giden artık gitmek zorunda hisseder kendini. Bundandır belki de özlemin bir diğer adının da vazgeç(e)memek olması. Kırk kere kovulsa da insanın, yine aynı kapıda bulmasıdır kendisini. Defalarca git dendiği hâlde, gidememektir belki de. Unut dendiği hâlde, her yüzde ve tebessümde onu hatırlamak… “Git başımdan Aysel, seni seviyorum” derken, ona benziyor diye her şeyi nimetten saymaktır özlemek. Nihayetinde, en büyük ihaneti olarak çıkarken kişinin karşısına, koyu bir yalnızlıktır özlemek. Yakıcıdır bu yüzden özlemek…
Hâsılı, elimizde olmayan hislerdendir özlemek… Ve aslında bir işarettir özlemek, bize ezelden kalan. Öylesine dolaşırken meselâ caddelerde, acelemiz varken… Bütün tavan arasını boşaltırken veyahut her şeyi atacakken meselâ… Ele geçen eski bir şiir tadında girer gönül sadefine birdenbire. Zaten özlemle başlamadı mı “birden” “bire” dünya yolculuğumuz? Uhrevîliğe özlem değil midir bir bakıma dünyevî hasretin sayıklamaları? Dindirilmez ve durdurulmaz bir haslet olması bundan. Öyle ki, gecenin orta yerinde nefes nefese uyandığınızda, dilinizde bir “özlem” olur ki, bütün saatlere hükmü geçer o anda. Bunun içindir ki, hasretin en ince tınısını ifade eden “Dağlar ile taşlar ile çağırayım Mevlâ’m seni” türünden mısraları söyleye söyleye, hasretin peşinden sürüklenmiş Yunus Emre.
Anlayacağınız, sarıp sarmalamış bizi özlem. Şöyle bir etrafımıza bakmak yeterli. Bütün terminaller özlem kokar meselâ… Koşanlar, koşturanlar… Bekleyenler, bekletenler… Gelenler ve gelmeyenler… Sahi, gidenlerin bavulları mı ağır, yoksa nice özlemleri taşıyan omuzları mı? Sahi, hangisi onulmaz bir yara ağırlıkların?
Sadece terminaller değil, özlem yuvası elbette. Öyle ki çocukluk da bir hasret mâbedidir, içine girilen ara sıra. Öyle bir mabed ki; içinde koşulan caddeler, oynanan oyunlar ve bir de dinlenen masallar… Sahi “Kaf dağında ağlar eski bir masal” derken şâir, en çok da masalların özlendiğini belirtmiyor mu?
Özlemek bir yönüyle sahipsiz; ama bir yönüyle paylaşması güç bir duygu bizim için. Herkese ait; ama hiç kimsenin olmayan… Biraz bıraksa kendini insan, kendisi de alıp başını gidendir bir bakıma. Çoktan unutulan; ama ansızın farklı bir isimle dikiliveren karşımıza… 
Gözlerimizden köpük köpük taşması özlemin, bundan. Bundandır ne geceye has olması, ne gündüze… Canı ne zaman isterse, gelip keyfince kurulması gönül denen hâne-i viraneye bundan… Hâsılı üç noktalı, eksiltili bir cümledir özlemek… Yazdıkça çoğalan, çoğaldıkça ulvîleşen ve ulvîleştikçe de uhrevîliğin, yüreğin derinliğine nüfuz etmiş naif huzmesidir özlemek… 
Saadet Bayri

Yağmur ve hüzün


“Bilmiyorum ne vardı saçlarında?/ Rüzgâr mı delice eserdi/ Gözlerim mi öyle görürdü yoksa?/ Saçlarının her hâli hoşuma giderdi...” (Özdemir Âsâf)
 Arka penceremin karşısında kocaman bir kiraz ağacı var. Her bahar gelin gibi süslenir, takar çiçeklerini başına. Kiraz ağacının bu hâli ilahî bir nağmenin, hâl diliyle söylendiğini hissettiriyor bana.
Zira o nefis çiçekler tek tek dökülmeye başlarken, ağacın esas sahibine yer açılır zihinlerde. Öyle ki, gözler başka bir güzelliğe takılmasın diye çiçekler gider. Ne muazzam bir şey iman dürbünü! “Korkma, bu Allah’ın emridir. O rahimdir, o hakîmdir” düşüncesini, kudret kaleminin mürekkebi tadında nakşediyor zihnime.
Bana öyle geliyor ki, bir çember çizer gibi bu âlemdeki cereyanlar. Her nakış bir gül oyaya doğru uzanırken, her mevsimin ayrı ayrı çeyizlerle, yar-ı maksuda giden bir gelin gibi süslediğini hissederim dünyayı. İşte bu sebepten, çiçeklerin nazlı gelişi ile gamlı gidişini rüzgârda duvağı savrulan gelin gibi seyrederim. Evet gelin gibi: Hem nazlı, hem gamlı… Hem ağlar, hem de en güzellerini giyinerek gider…
Sahi, mevsimin bahar, yaz, sonbahar ya da kış olması fark eder mi insanın temaşası açısından? Elbette hayır… Bu yüzdendir ki, tabiatın şekilden şekle ve renkten renge girişini ayaklarım yerden kesilircesine izlerim. Öyle ki, imkânım olsa bütün yaratılanlara, “Öyle güzel yaratılmışsınız ki, ayağımı yerden kesiyorsunuz. Lütfen, ya siz buraya çıkın ya da beni aşağıya indirin!” demek isterim. Çünkü “Kâinatı nağamatıyla raksa getiren ve hakaikin esrarını ihtizaza veren musika-i İlâhiye hiç durmuyor; mütemadiyen güm güm eder” ifadelerinin belirttiği hakikat, hemen her şey ve yerde mevcut.
Meselâ yağmur… Rahmet ezgisi eşliğinde o nasıl bir raks şölenidir!... “Şıp şıp” diye yüreğin süveydasına inen her bir tanesini, bir meleğin indirdiğini bilmek ve bütün şehrin meleklerle dolduğunu hayal etmek… En sonunda, duâ etmenin o müthiş hazzına erip kendinden geçmek…
Sahi, yağmur yağdığında çocuklar neden sevinç içinde çığlıklar atardı eski zamanlarda. Neden yağmur yağınca evde duramaz, dışarı çıkmak için sabırsızlanırdık? O zamanlar, bütün çocuklar yağmurda ıslanmak pahasına neden sokağa doluşurlardı? Kız çocukları saçları uzasın diye nisan yağmurunu neden beklerlerdi mesela? Öyle ya, “Yağmur yağıyor. Seller akıyor. Arap kızı camdan bakıyor” diye tutturulan şarkı, mazinin hangi tenhasında sönüp kaldı? Yüzümüze değen her damlada, içimizin kıpır kıpır oluşu hani? Nerede tadı, neşesi ve farkı yağmurla beraber havalara uçmak olan çocukluğun sokaktaki adı? Peki ya ellerimizle yağmurun ellerinden tutmaya çalışmalarımız? Dokunamadığımız; ama ıslandıkça avuçlarımız, parmaklarına dokunduğumuzu sandığımız yağmurların güldürdüğü çocukluğumuz, neden şimdilerde sokaklarda yaşamıyor?
Kim bilir, belki de şimdiki annelerin, çocuklarının saçlarına yağmurun değmesine izin vermediğinden kaynaklanıyor. Melekle yağmurun özdeşliğinin zihinlerden silinmesindendir belki de. Yahut da şimdiki çocuklar, yağmurları meleklerin indirdiğinden bihaber yetişiyordur. Duâ vaktinden mi habersiz, temaşa medeniyetinin milenyum nesli?
Bilemiyorum… Bildiğim, “Mestane nukuş-ı suver-i âleme baktık/ Her birini bir özge temaşa ile geçtik” diyen bir temaşa medeniyetinden arta kalan şimdiki neslin çocukları, pencereden izledikleri gibi yağmuru, hayatı da pencerelerden izliyorlar. Mekanik ve ruhsuz oyuncakların arasında, ellerinden tutabilecekleri yanıbaşlarındaki hayatın varlığından habersiz yetişmekteler. 
Bundan olsa gerek, yağmurlar artık hüzün kokuyor her tanesiyle.
Sevindirmiyor kimseyi artık damlaların süzülüşü. “Bu yağmur, bu yağmur, bir gün dinince/ Aynalar yüzümü tanımaz olur” mısralarının içli tınısı titretirken bam telini gönlümün, Hüzün bulaşır yağmurun ellerine.
Bundandır işte, üzgün oluşum… 
Saadet Bayri

Neyi Bastırıyoruz


 Gözlerinde bir ürkeklik, ellerinde geçmişinden kalma siyah lekeler vardı. Büyük bir nefretle, bu siyahlıkları silmeye çalışıyordu.
Lekelerin silinemeyeceğini söyledim.
Nefretle gözlerime baktı, ağzına geleni deyip kaçacağını sanırken, fısıldadı: “Ne yapmam lâzım?” “Ânını yaşa ve geçmişinden sadece ders al. Bugününü geçmişin elleriyle boğma” diyebildim. Dahası nasihate girerdi. Zira artık kimse nasihat dinlemek istemiyor, sadece yaşıyordu.
Hâline acımıyordum. Bilmediği, temiz ve acısız bir hayatın hiç kimseye verilmediğiydi. Yaşadığımız her şey, bizi geleceğimize hazırladığı gibi, olgunlaştırıyordu. “Acılar bile mi?” dediğinde, sesli düşündüğümü fark ettim.
“Evet, acılar bile” dedim. Anlamıştı… 
Yaşı küçüktü; ancak yüzündeki çizgilere bakınca hiç de öyle görünmediğini fark ettim. Aynaları hiç sevmediğini söyledi. Gerçekleri gösteren her nesne canını sıkıyormuş. Dakikalarca anlattı. Hayatın neden zor olduğunu sayıkladıkça, aslında bütün hikâyesinin yanlış anlamalardan ibaret olduğunu fark edip sustum.
Henüz lise öğrencisi olan ve sırtında dağları taşıdığı için, dizlerinin üzerine çöktüğünü sanan biriydi. Yanılgısı, hipermetrop olan gözleriydi. Sırtındaki minik taşları, dağ kadar büyük görüyordu. Her şeyi o kadar abartmıştı ki, ne yaptığının farkında değildi.
“Gençlik işte…” demek geldi içimden; ama yaşını başını almış kişilerin de aynı kaygılarla kanlı bıçaklı olduğunu görünce, sustum. 
Büyüdükçe dertlerin arttığını ve hayatın ağırlaştığını düşünenler, yanılıyor.
Artık küçük çocuklar da tıpkı bizim gibi avazları çıktığı kadar bağırıyorlar. Yüksek sesle konuşuyorlar, anneleri duymadığı zaman çığlık atıyorlar. İstedikleri olmayınca sinirden deliye dönüyorlar. Bence çocuklarımızın da dertleri çok. Karşısında onun sesini bastırmak için bağıran koca koca insanları gören çocukların dertlenmemeleri mümkün değil.
Sanırdım ki büyüyünce dertleniyoruz. Oysa küçük çocukların dahi hâllerini bağırarak anlatmaları bende değişik düşünceler oluşmasına sebep oldu. Küçük bir çocuk neden her isteğini bağırarak halletmek ister ki?... Dahası, bağırdığını gördüğü çocuğuna, daha yüksek sesle bağıran anne baba bu anlamsız hâliyle neyi bastırdığını sanır?
Kendini mi, çocuğunu mu ya da her ikisinin ayaklar altındaki benliğini mi?
Hayat âdil davranmadı diye ha bire söyleniyor olabiliriz. Kendimizce haklı da olabiliriz. Ama yaşarken, yaşantılarımız ve gördüklerimizde biz ne kadar âdiliz? Tartışılır…
“Şansım olsa” diye başlayan cümleler, aslında can çekişen bir ruhun son iniltileri… Minibüste yolculuk yaparken, güneşle bulutların yer değişimine tebessümle bakarken, o korkunç sesi duyuyorum: “Şu hale bak yağmur yağacak. İğrenç… Bende şans olsa…” diye devam eden ifadeleri kullanan kişi, en fazla on sekiz yaşında. Ve bakışındaki ayarı bozmakla aranmalı en son sabıkasında.
“Her şeyden, herkesten şikâyet ederek yaşanmaz” diyorlar. Öyleyse şikâyetleriyle yaşadıklarını sananların yaptıkları ne?
Bildiğim, bu gidişle, ortalama ömür süresi daha da düşecek. “Ölümün yaşı belli miydi?” derseniz, ruh ölümlerinden bahsediyorum: Sadece nefes alıp ilerlemek, hiçbir ayrıntıyı görmemek ve fark edememek…
Saadet Bayri

Ölü(mü) gördüm!

Ölüm…
Adı ne kadar da uzak… Ve kendisi bir o kadar yakın… İçimi ürpertecek, mağrur başımı ensesinden kavrayıp diz çöktürecek kadar güçlü… Öyle ki, içinde bulunduğum ve bulunacağım bütün zaman ve mekânda sürüyor hükmü.
Ne tuhaf! İnsan, hakikatini bildiği bir olgudan ürker mi? Titrer mi elleri? Şah damarı kadar yakınında olanı, Kaf Dağı kadar uzağında görür mü? Ah biçare insan! Bu haliyle kaçacağını zanneder ezeli yazgıdan…
Ölüm… Unutmanın aynasında mutlu sanırken kendimi, genç bir yaşa değdiğinde bir kuş alacak sanırım kalbimi. Olduğum yere yığılırken, “Hani dün görmüştüm, daha az önce bir şeyler konuşmuş, hayata dair planlar kurmuştuk” diyecek oluyor dilim. Anlıyorum anlatamamanın düğümünde: İnsan kurar, kader güler…




Salâ sesi kulaklarıma değdikçe, sanki “Ölüm var, ölüm/Ölün de görün!” diyor, soğuk bir ses. “23 yaşındaymış” derken biri, yarınlar fersah fersah uzaklaşıyor sanki. Aldanmış meğer “Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden” diyen şâir. Zira yıldırım yayılımı gibi kol geziyor ölüm yaşlı genç demeden. İşte, “Henüz, bir aylık öğretmenmiş” derken öteki, tul-i emel sönüyor hayal perdesinde. Ne desem, eksik kalıyor dilimde. Dahası, “Ölüm yakışmadı” hayıflanmaları arasında, donakalıyorum daha genç sandığım ömrümün baharında.
Nedense gözlerim üçüncü sayfa haberlerine takılıyor. Bugünlerde ölenler yaşıtlarım. Ömrümün orta yerinde, her nefes ölümün kucağına itiyor sanki. Kulağımda uğultu makamında bir türkü: “Ölüm Allah’ın emri de bu ayrılık olmasaydı”…  Susuyorum…
“Kızım daha çok küçük, bensiz ne yapar?” diyorum. Yüreğim sızlıyor. “Peki ya annem bensiz ne yapar? Nasıl yaşar? Ve hayat arkadaşım… Bensiz ne yapar, bu koca dünyada?” türünden sayıklamalar titretiyor bam telini ruhumun. 
Titriyor, ruhum. Yanıldığımı fısıldıyor inceden inceye… “Tedbirini terk et, takdir Hüda’nındır” nidası konuyor süveydasına kalbimin. Kızım bensiz de büyüyor zira. Gülüyor, seviyor, ağlıyor. Büyüme ve gelişme aşamalarında yapması gerekenleri bensiz de yapacak. Annem, hayat arkadaşım çok üzülecek belki; ama yaralarına zamanı sarıp, kabuk bağlamasını bekleyecekler unutmanın aynasında. Ve ben öldüğümle kalıyorum. Hâsılı, ölen heybesine doldurduklarıyla gidiyor: Sevabıyla, günahıyla… Geride kalanlar içinse, hayat devam ediyor.
Belki de hepimizi yanıltan bu. Bizsiz olmayacağını sandığımız ve bu sebeple ertelediğimiz, unuttuğumuz hayatın içindeki ayrıntılarımız. Yaşamamız gerekenler ve bir başkası ya da başka bir şey için ertelediğimiz mutluluğumuz… Ve en önemlisi, bahanelere sığınıp ihmal ettiğimiz ibadetlerimiz, itaatimiz ve dahi Allah’ın rızası…
Vazgeçilmez olduğumuzu sanırken, bir de bakıyoruz ki hakikat hiç de öyle değil. Zira ezelî kanun dairesinde herkes yaşayıp gidiyor. Ardımızdan kalan cümle ise: “Ölenle ölünmüyor.”
Belki de hakikat şu: Ölmek kolay, zor olan, “İmanım tutuşmuş, yanıyor” veciz sözünde ifadesini bulan âhir zamanda yaşamak…  Herkese ve herşeye rağmen
Saadet Bayri

9.2.12

...

 
"Beklemek en korkunç hali imiş yaşamanın" öyle diyorlar.
Oysa bilmiyorlar:
Seni beklemek: Adını duyarım belki hiç ummadığım bir

dilden" diye eli yüreğinde gezmek.

saadet bayri