16.10.10

Dili Geçti Aşkın

"Miş"li geçmiş zamanla biten cümleler canımı çok acıtmaz.
Ancak "dili" geçmiş zamanlı cümleler, başka bir yer edinir dilim de...
Bilirim o söz öylesine söylenmemiştir. Laf olsun diye ortaya atılmamıştır. Bir şey çok şeyi hatırlatmış, bir ses binlerce melodiye sebep olmuştur.
Ve bu hatırlanışların ardından  kelimeler nasıl geldiyse gelişine gelişine yazılmıştır.
Sonrası ise hiç okunmadan yayınlanmış, yada gönderilmiştir.
**
Bu ara çok duyduğum bir cümle "Yüreğim seni çok sevdi."
Aslında bir kitap ismi ama paylaşanlar ve kitabı merak edenler için önemli bir söz. Zira bu kelimeler hem yanıbaşımız da olan sevgiliye söylenir. Hem de hiç haber alınamayana...
 İşte bu sebepten bu tür cümleleri seviyorum. Herkese iyi gelen sözlerden olduğu için.
Bir de mecburi gidişlerin ardından su niyetine döküldüğü için.
***
"Birgün ..." umudunun olmadığı gidişlerin ardından ise en kabasından; "sevdim ulan seni.." sözüde ne yakışır. Hani yanmış yüreğe dökülen soğuk bir su gibi gelir o an...
*
Adı "aşk" bunun... Fazla söze ne hacet.
Herbirimize ve hepimize göre farklı ve derin anlamlar içerir ve hiçbirimizin yaşadıkları bir diğerine benzemez.
Bana sorarsanız, bütün aşk kitapları boşuna yazılmış...
Herkesin aşkı kendineözel kim ne derse desin şimdi.
saadet bayri

26.9.10

Uçuk Bir Yazı

Her zaman büyüyemediğimden şikâyet edip durdum.Yaşımın çok altında gösterdiğimi söyleyenlere, teşekkür ederken mutluydum. Çünkü içimdeki çocuğun yaşı da, yaşımın çok ama çok altındaydı.
Adı üzerinde çocuk yaşı…
En fazla kaç olabilirdi ki…
Büyümeden ya da kendimi büyümüş ilân ettirmeden önce, “içimdeki çocuk …” cümlesiyle başlayan konuşmalar komik gelirdi.
İnsan büyür.
Ne yaparsa yapsın, ne kadar uğraşırsa uğraşsın, bunun önüne geçemezdi.
Sanırım gençken her konuda inadına gerçekçi olunuyordu ve ben de o gerçekçilerden biriydim.
Meselâ “Kişi kendini hangi yaşta hissederse, o yaştadır” sözüne de takmıştım.
İnsan neden yaşından büyük ya da küçük olmak isterdi ki? Hele de on sekizini geçmişken…
Zira on sekiz olana kadar ne çektiğimi bir ben biliyordum.
Hiç on beşim de iken, kendimi on sekiz gibi hissetmemiştim. Ya da on sekiz demeye kalksam “hadi canım sende..” sözünü duyunca… Hissedilen yaşta olsan da, hissettiremediğini fark ediyordum.
Derken “gençlik başımda duman” şarkılarına tebessümle baktığımdan beri, içimdeki çocukla iyi geçinmeye başladık.
Zaman aleyhime işleyip, okul sıralarından alıp, hayat sırasına oturtunca, hissedilen yaşın ne demek olduğunu anladım.
Bu defa da yapamadıklarımı, büyümek telâşıyla ertelediklerimi yapma telâşı sardı. Şimdilerde fark ediyorum ki; her şey zamanında ve yaşında güzel.
Zira hâlâ hayata heyecanla bakıyorum.
Hâlâ koşup, ip atlayabiliyorum, ancak kahkahalarım daha sessiz ve ip atlarken etrafıma bakıyorum “kimse var mı?” diye.
Velhasıl ne kadar kendimi on sekizimde hissediyorum desem de, hareketlerim ve davranışlarım, on sekiz yaşımdaki gibi davranamıyor. O pervasız, kimseyi görmeyen ve takmayan halim yok görünürlerde.
Olması gereken bu mu? Tartışılır.
Ancak hayatın ve bundan sonraki yılların tadını ve keyfini sürme telâşındayım şimdilerde.
“Başkaları ne der?”
Birçok kişi tarafından nefretle karşılanan ve duyulduğu anda, sinir harbi yaşatan bir cümledir.
Ancak kendimi izlediğimde, birçok davranışımı kısıtladığımı fark ettim.
Siz “ben kimseyi takmam. Bana e başkalarından, canım nasıl isterse öyle hareket ederim” diyenlerden iseniz…
Öyleyse çocuğunuzla elinizde ayakkabılarınız sokakta hiç yürüdünüz mü?
“Lütfen anne ve babalar çocuklarınızla birlikte sokakta yalınayak yürüyün. Ayaklarınız toprağa değsin ve çocuğunuzla birlikte elinizde ayakkabınız caddelerde gezin.”
Bu cümleleri bir pedagog söyleyince, güldüm.
“Bu adam deli mi?” demekten alamadım kendimi…
Hangi anne ya da baba bir başkasının bakışı yüzünden bu davranışı yapar ki?
Çok az kişi…
Öyleyse hâlâ kimse umurumda değil diyebiliyor musunuz?
Bu yazıyı okumadan önce böyle bir ânınız varsa…. Evet siz sadece an yaşama derdindesiniz…
Saadet Bayri

23.9.10

Kalbim İnfazda

Sessizlik uyandı çığlıklarımdan... 
Gece karartıp görüş alanımı, gittiğin yolun üzerine siyah perde çekti.
Çıkmaz sokaktan çıkageldi uykular, dayandı gözlerimin surlarına. İnat etti kirpiklerim, o gözleri görmeden kapanmayacaklar.
gece...
ben..
sen..
üç kişiyiz yine...
Bu kaçıncı seferin, dönüşü olmayan. Giderken zamanın ayaklarını kırdın, olduğu yere düşmüş kalkamıyor yerinden.
Başını dayamış gecenin sırtına, bu kente güneşi göstermiyor.
Unutma! gece dönmüşse zamana sırtını, hakkımda ki müebbed kararı  hüküm giymiş demektir.
Seni bekleyen kalbim, İpin ucunda asılı şimdi...


saadet bayri

22.9.10

Bu Defa Hüznüm Mağrur

Gözlerim buğulanıyor tüm dönüşlerimde.
Yalnızlığım mı? 
Yoksa hüznüm mü? İçimi bu kadar titreten…


Bilemiyorum.
Şimdilik tüm günlerim gidişinin ertesi. Bu sebepten bütün şaşkınlığım.
Küçücük keşkelerim var. Birbirine değip büyümüş. Geçmişimin satır aralarına dağılmış tövbelerim var. “Bir daha mı?” Dediğim galeyanlarım.
Tuttuğum her bir keşkem, bir su gibi kayıyor avuçlarımdan.
Kırılmış bir bardak gibi tüm yaşayamadıklarım. 
Ne kadar “yeniden” deyip başlasam ertelediklerime, iğreti duruyor hep yüreğimin üzerinde. Ağlamayı değil, ağlamamayı öğrendim ya, yeter. Senden sonra en çok bu mağrur hüzün yakıştı bana.
Kayıp bir şehirden dönüyorum.
Halimi görmek için değil, görmemek için kaldır ellerini semaya.
Bil ! 
Bir bakışım kıyametin olur bundan sonra...


saadet bayri

29.8.10

Eskici Geçmiş Gönüllerden

Sesini her duyduğumda pencereye koşup, insanların neler sattığını ya da satacağını merak ederim.

Adı üzerinde eskici…

İşimize yaramayan, artık önemini kaybetmiş, bütün anlamını yitirmiş eşyaları vermek istediğimiz tek kişi.

Eskimek...

Beni inciten nadir kelimelerden biri…

Zira almak için günlerce para biriktirdiğim, arada bir “yerinde mi?” diye baktığım, sahip olduğumda da üzerine titrediğim eşyalarımın eskimesini istemiyorum.

Böyle düşünürken birden eskimesini bile beklemeden tavan arasına kaldırdıklarımı hatırlayınca, “eskimek” başka bir mânâya bürünüyor.

Zira sahip olduklarımın gözümde artık bir anlam ifade etmemesi ya da işlevini kaybetmesi de yetiyordu. Eskicinin arabasında gördüklerim, ikinci el eşya mağazalarında gözüme çarpan yeni eşyalar bunun işaretiydi. Çok kullanmak değil, önemini yitirmiş olmaktı bütün mesele.

*

Eskiciyi sadece eski eşyalarımızı verdiğimiz biri olarak düşünürken, ya eskiyen duygularımızı kime vereceğiz? diye geçiyor aklımdan.

Sadece aldıklarımız ve bize alınanlar değil eskiyen…

Hayatın içinde olmazsa olmazlarımızda eskiyor zamanla.

İnsanın yüreğindekiler de eskir mi? Bence eskir…

Zira yıllarca istenen, her duâda ilk dile gelen iken, zamanın içinde büyürken “iyi ki olmamış” deniyorsa, demek ki eskiyor duygularda zamanla.

İhanet eden bir dost, tekrar eskisi gibi olamıyorsa gözümüzde, dostluklarda eskiyor işte.

Ve yürekteki fazlalıkları, artık işe yaramayan duyguları ve o duyguların sahiplerini de çıkarıp, satmak gerekiyor.

Fazla yükleme olmasın ve etraf kalabalık görünmesin diye.

Gönül eskicisi var mı acaba?

Zira eşyalar satıldıktan sonra, “oh fazlalıklardan kurtuldum. Ev nefes aldı” denirken… Yürekten gidenlere de aynı cümleler söylenir miydi o zaman? Ya da kaç lira ederdi yürektekiler satılığa çıktığı zaman?

Bir daha hatırlanmamaya satılsaydı, rahatlar mıydı insanoğlu, geçmişi irdelemeden…

*

Ramazan’ı hızla geçirirken “nerede o eski Ramazanlar?” sözü hâlâ dillere pelesenk olmuşken. Acaba diyorum; eski Ramazanları eskiciye mi sattık? Çok uzun zamandır bulamıyoruz.

Eski Ramazanları bu kadar özletenin ne olduğunu düşünürken, değişenin sadece kişiler olduğunu fark ediyorum.

Bana kalırsa, değişen sadece oruç tutmayanların artan sayısı. Ya da oruca saygı gösteren insanların azalışı…

Gözümün içine baka baka ayran içen orta yaşlı amca ve dondurmayı bütün lezzetiyle sokağın ortasında çocukları ile yiyen anne…

Bu durumlar artık şaşırtmıyor.

Demek ki eşyalarımızı satarken, yanlışlıkla hassasiyetimizi de satmışız eskiciye.

Kimseyi yargılama hakkı bana verilmedi. Elbet hepsinin vardır bir açıklaması.

Hastalık…

Yolculuk…

Yorgunluk...

Başka dinlerdeki insanların dahi saygı gösterdiği bir ‘ay’a karşı saygımızı kaybettiysek, eskici buralardan geçeli çok olmuş öyleyse.

saadet bayri

1.7.10

Yıllar Geçiyor

Yıllar geçiyor...
Bir nar çiçeği gibi açıyor gönlüm.
Onca vuslatı, ayrılığı, kederi ve bilumum yaşanmışlığı çilingir soframa seriyorum bir temmuz akşamında.
Elimde keşkeleri doldurduğum bardaklar ses verirken birbirine, kafdağından derlediğim masallar doluyor yüreğime.
Gidişinden arta kalan malihülyalar zil takıp oynuyor avare...
Oysa şimdi ben, her yastığa başımı koyduğumda, feryat eder kalbim gururuma: "Kaldın mı şimdi biçare..."
Yıllar geçiyor...
Avuçlardan kayıyor bir bir senli anlar..
Cebi delinmiş mantık heybesinin, nasırlanmış süveydası yüreğin...
Ve apaçık hakikat, beyazlığıyla yuva kurmuş şakaklara...
Sonsuzluğun sesi tüm ihtişamıyla tırmalıyor beynimi: Aşkın gururla var mı bir işi?
Sevdayı yitiren, alamaz son nefesini.
Yıllar geçiyor...
Ve ben sessizce bakıyorum, can çekişen bir cesedinson haline...
Saadet Bayri

28.6.10

Ölüm şaşırdı bize

Gözleri nemli bir gece karşılardı ikimizi.
Durur sessizce bakardık yiten saatlerin ardından...
Yüreğimizin en tenha caddesine oturur, hıçkıra hıçkıra ağlardık. Sakinleşince "ağlamayı özlemişim" der, uzun uzun susardık.
Belki de aradığımızı bulamamanın verdiği bir hüzündü bizde ki; yıllarca arayıp bulamamanın verdiği bir hidett...
Ne olduğunu bilemeden geçip giderdi zaman..
Serinleten bir esinti gelir,dilimizden bir "ah" alır giderdi.
Yüreğin hudutlarını zorlardı kaybettiklerimiz. Ancak ne biz anlardık ne başkası...
Ölüm nasıl bir şeydi... Öleciğimizi bile bile "her an gelebilirim" diye haber göndermişken, bizi hala nasıl güldürebiliyordu.
Ölüm gelseydi, şaşardı bu pervasız halimize...
saadet bayri

13.6.10

Sırrım Esirim Oldu

Sır iki sınır arasında sıkışmış bekliyor.
Beklediği sadece bir "ah"...
Bunca gün oldu sabırsızlandıkça sabırsızlanıyor.
Zira şikayet henüz dilime kadar gelemiyor.
Firari bir sevda taşıyor yüreğim, kıvrandıkça kıvranıyor. Ateşe vermiş tüm caddelerimi... Burnuma ciğerimden yanık bir koku geliyor.
Halim pürmelâl...
Ben "beli" deyip, eğdiğim gün başımı sevdaya, ihbar ettim kelimerin hepsini cümle aleme. Şimdi istesem de, çıkıp gelemezler imdada...
Cümlesizim. Şimdi sende sus, kimseyi çağırma imdada.
saadet bayri

25.2.10

Aşkkkk


Önce isim çekti ilgimi, devam ederken de yazılan herşey...
ASlında kitap daha uzayacak gibi bir his vardı sonlara yaklaşırken. Yada sonunda herşey açığa çıkar diye de beklemedim değil hani.
Derken Şemsin eşine karşı zalimliğini hiçbir tasavvuf terimi açıklayamaz. Yada bayanlarla futursuzca konuşmaları.
Her ne kadar roman, kurgu diye geçsede, kullanılan kişiler ve olaylar gerçeğin ta kendisi.
4o tane kural da acaba kırk günlük riyazetin tarifi mi dersiniz?
Yinede okumanızı tavsiye ederim güzeldi..

***Aşksız geçen bir ömür beyhude yaşanmıştır. AŞK’ın hiçbir sıfata ve tamlamaya ihtiyacı yoktur. Başlı başına bir dünyadır aşk. Ya tam ortasındasındır, merkezinde, ya da dışındasındır, hasretinde.**

23.2.10

Kalp sepetine sığan cümle

Kendi doğruları, prensipleri olan ve bunları hiçbir yerden aşırmayıp, sadece yaşamın ona öğrettikleri doğrultusunda belirlemiş ve elinden geldiği kadar da bu kurallarına uyan kişileri takdir ederim.
Zira kişiye ait prensipler öyle kolay ortaya çıkmaz. Hele uygulamak, hepsinden daha zor olanıdır. Birbirine benzerken yaşamlarımız, içimizden birilerinin bu aynılığa baş kaldırışı pek hoş karşılanmasa da, kim takar bu hoş karşılamayanları?
Hepimiz…
Aslında bu kadar çok birbirimize benzememizin sebebi de bu: Dışlanmak.
Birileri bizi yaşamlarından uzaklaştırabilir. Sevdiklerimiz bizi bir daha sevmeyebilir. Ve daha birçok sebepten çoğumuz yaşamında değişiklik yapmaya yanaşmaz. Biraz düşünür gibi olsa da, zahiren gördükleri daha eğlenceli gelip, unutur gider düşündüklerini.
İçinde fırtınalar koparken, dışarıdan hiçbir şey yok gibi davranmak kişinin kendisine yaptığı en büyük ihanettir aslında. Farklı olma gayreti ise sonucu hüsran olan bir çabadır. Zira ne kadar kendimiz olursak, o kadar farkımız olur diğerlerinden. Bu ise fark edilmeyen küçük bir ayrıntıdır. Ve hayat ayrıntıların içine sıkışıp kalır. Oysa bizden bir tane daha yok. Biz tek ve özeliz. Yaşadığımız yaşamı birebir yaşayan bir başkası yok. Her şey sadece bize özel. Hal böyle iken kime benzemeye çalışıyoruz bu kadar hırsla?
*
Derken kitaplarda geçen her söz, her varsayım “Doğrudur” diyenlerdenseniz, en büyük hatayı buradan yapmaya başlamışsınız. Başka yerde aramayın lütfen yanlışınızı.
“Mutlu olmak istiyorsanız her an ve zamanda, “meli-malı” ile kurulmuş cümleleri ve “asla” “ama” gibi kelimeleri çıkarın aklınızdan. “Ayıklayın dilinizden” diye devam ediyor okuduğum en son yazı.
Sürekli mutlu olmak var mıdır bir yerde?
Ya da hep mutlu olanı gördünüz mü?
Eğer böyle bir durum olsa idi, sürekli mutluluktan sıkılır, mutsuz olmanın yolunu arardık. Nihayetinde her şey zıddıyla güzel ya da çirkindir. Mutlulukta mutsuzlukla kaimdir. Dünya üzerinde yaşayıp, insan olup ta olumsuz bir şeyler düşünmemek ve yaşamamak ne mümkün.
Herkes nasıl olumlu düşüneceğimizi anlatır, neler yapmamız gerektiğinden bahseder. Ama kimse bunu neden yapmamız gerektiğini söylemez. Oysa her şey kişinin kendini yalnız bırakmamasında saklı. Yani, mutsuzken de yanınızda olmalısınız.
Ağlarken aynaya bakabilecek cesaretiniz olmalı. En ağır sözleri duyduğunuzda, sırtını dönüp gidenlere bakmayın, hâlâ yüzünüze bakıyorsanız yeterli. Siz yaşamınızın özüsünüz. Kabuklar, içindekini göstermek için kırılır.
Kırıklara takılmayın. Çok mutlu iken, yanınızda olun. Kendinize kontrolünüzü kaybetmemeyi öğütlesin diğeriniz. Ve o anlarınızda hiç kimseye hiçbir şey için söz vermeyin.
Çok sinirlenmeyin, hiçbir olay sinirlerinizi kayıp ettirmesin ve çok sinirli iken, diğeriniz ağzınızı kapasın, bir kelime dahi çıkmaması için.
Yani sözün özü; kalbiniz bir sepet kadar olsun ve her şeyiniz o sepetin içine sığsın. O zaman ne kaybettiğinize üzülür, ne kazandığınıza sevinirsiniz.
Ve lütfen sepetinize bir tek soru sığsın: “O Razı mı?” Gerisi vesairedir.
Vesselam…
saadet bayri

20.2.10

Annemi Anlarken

Eskiden saatleri sayar, dakikalara sitem ederdim.
Şimdilerde günlerden bihaber oluşum şaşırtıyor beni. Bir insanın hayatıma girip, tüm dünyamı bu kadar değiştireceğini söyleselerdi, tebessümle geçip giderdim.
Ancak şimdi yaşayarak görüyorum ki; bazı anlarda yaşam öyle mucizeler veriyor ki ellerimize, değil saatleri, günleri hatta kendimizden bile bihaber olabiliyoruz. Ve bu hallerimizden de hiç şikâyet etmiyoruz.
Rabbimin nasip ettiği vasıfla yani annelik vasfıyla vasıflanınca, dünya başka bir renge büründü sanki. Şimdi tüm renkler kırmızı…
Kırmızının esas nedeni kız annesi olmaktan ziyade, bence mutluluğun rengidir kırmızı…
Derken “Anne olunca anlarsın beni” diye söylenen annemi şimdi çok daha iyi anlıyorum. Ve insan evladının saçının teline dahi kıyamıyor, geceleri en tatlı uykusunu bölerken hiç şikâyet etmiyormuş.
Biliyorum…
Hatta nefes alış-verişi biraz değişince uykumun en tatlı yerinden uyanıp ona bakınca, “hiç kimse beni annem kadar sevemez” demekten kendimi alamıyorum. Tırnağını keserken ellerim titriyor, canı acır mı? Diye.
Acıdan ağlayınca, “Allah’ım sıkıntısını bana ver” diye dua ederken, anlıyorum: Cennet neden annelerin ayakları altında olduğunu…
Ve en ilginç olanı da: yaşamımızda eşimiz dahil birini severken mutlaka iyi yönleri olduğu için severiz. İlla artılarını biliriz sevdiklerimizin ve bizi ne kadar mutlu ederlerse o kadar artar sevgimiz. Düşünüyorum da; onu sevmem için hiçbir artısı yok. Bilakis bana muhtaç. Her işini ben yapıyorum.
Yaşamımın büyük bir kısmı onun gelmesiyle felce uğramış durumda. Bazen yemek dahi yiyemiyorum. Uykularım bölük pörçük.
Derken bir tebessümü mutlu olmama yetiyor ve ben onu hayatta ki herkesten ve her şeyden çok daha fazla seviyorum. Acizliği ve zayıflığı beni ona daha çok bağlıyor. Yaptığım her harekete ve fedakarlığa gülmekten başka karşılık vermeyen bu küçük yavru en sevdiğim.
***
Ve bu kadar fedakarlığımın adı şefkat...
Ve "Şefkatin aşktan daha keskin" olduğu gözlerimin önünde duruyor. saadet bayri

16.2.10

"El" oldun sevgili

Küçük kuşlar kondu bugün karşı ki pervazlara..
Büyüklerini bekledim, gelip onlarda konsun tam yanlarına diye ama yoktular. Anladım bu kuşlar büyümüş ve artık dane derdine düşmüşlerdi. Ne kadar küçük yaşta başlamışlardı, rızık peşinden koşmaya.
Daha düne kadar ağzında yiyecekle gelen anneleri,"başınızın çaresine bakın artık" diyerek yollamıştı bu minikleri.
Düşünmekten alamadım kendimi acaba ağlamışlar mıydı?
Yalnızlık hissedip...
"İstenmiyoruz"; diye bir daha dönmemeye yemin de etmişler miydi?
Bilemiyorum ancak terk edilmenin,"hadi git" denilmenin nasıl bir duygu olduğunu biliyorum.
Dün pervazdaki kuşlar öylece bakınıp durdular,"nereye gidelim" diye düşünüyorlar sandım. Açtım sonuna kadar camı girsinler diye içeri. Dakikalarca bakıp,çekip gittiler.
İnsan eninde sonunda yuvasına dönüyor dost. Ne olursa olsun yine yuvası tutuyor düşerken ellerini.
Ve gidenlerin ismi hep "el" diye geçiyor.
Neden bilmiyorum şimdi.
saadet bayri

Aşktan öte bir aşk var mı?

Çağımızda iletişim araçlarının değişmesiyle, kişilerin görüşleri düşünceleri de değişiyor. Hemen hemen hepimizin evinde olan internet, olmazsa olmazlarımızdan.
Düşünüyorum da bundan on yıl önce, cep telefonu en büyük hayallerimizden biriydi. Daha eskiye gidersek, cep telefonunun hayalini bile kuramazdık ancak büyük iş adamlarına has bir araçtı. Şimdi ise, “cep telefonu olmadan önce ne yapıyorduk?” diyoruz. Hayatımızın içine o kadar girmiş ki; çıkarmak ne mümkün.
Derken şimdi cep telefonu da demode olmuş durumda, internet olmazsa olmazlarımızdan. Bakalım zaman daha neleri hayatımızın içine aldırıp, “ … olmadan ne yapıyorduk” diyeceğiz.
Aynı şehirde ki dostlarımızla bile internetten görüşürken, “zaman bayağı değişti” demekten kendimi alamıyorum. Ev telefonu almak bile lüks iken, şimdi lüks kalmadı gibi. Kalem ise sadece okullarda kullanılıyor. Şimdinin gençleri, mektup denince, bizim destanları ya da kitabeleri dinlediğimiz gibi dinliyorlar. Birbirinden tamamen farklı iki kuşak olup çıktık. Aramızda çok az yaş farkı olmasına rağmen.
Teknoloji bizi erken yaşlandırdı. Genç olduğumu düşünüyorum ancak benim kuşak “seksenler” diye geçince, “bizim zamanımızda böyle miydi?” demek geliyor içimden.
Gerçekten bizim zamanımızda hiçbir şey böyle değildi. Hal böyleyken, okuduklarımız, keşfettiklerimiz ve paylaşımlarımız daha hızlı ve kolay oluyor. Aşka dair yazılanlar ise facebook gibi sitelerde gırla. Hayran sitelerine bakarken, bir noktada takılıp kalıyorum.
Mesela; Mevlânâ Hazretlerinin hayran sayfası açılmış. Yazılanları okudukça, içim bir hoş oluyor. İlâhi aşk bu kadar mı leziz anlatılıyor, deyip susuyorum. Derken fark ediyorum ki; Mevlânâ’yı bile kullanıyoruz.
Nasıl mı?
Bütün gençlik âşık olduğu için, aşklarına ithaf edilen sözleri Mevlânâ’dan.
Oysa Mevlânâ’nın aşkı hak aşkı, bizimkisi yar aşkı.. Bu hikmetli sözler, yazanların haline göre baş üstünden ayak altına düşüyor. Ve hakka yürüyen beyitler, bir anda bambaşka bir hal alıyor. Susup kalıyor tüm nağmeler. “İyi ki Mevlânâ Hazretleri var. Yoksa aşkımızı kim bu kadar güzel anlatırdı.” diyoruz, okumayan ve bu sebeple iki kelimeyi bir araya getiremeyen biz âşıklar.
İnternet sitelerindeki diğer âşık; Yusuf. “Yusuf Züleyha’ya dedi ki” diye başlayıp giden cümleler. Anlamadığım bir peygamber olan Yusuf Aleyhisselam bizim mahalle arkadaşımız mı? İsmini saygıyı aşıp ta “Yusuf şöyle yaptı. Yusuf böyle dedi” diye anıyoruz. Hz. sıfatını bir türlü isminin başına getirmiyoruz.
Ve aşkın en küçük dairesinde gezdirip duruyoruz. Hz. Yusuf’un hayatını kaçımız okumuştur? Züleyha ile olan aşkını araştırmaktan, vakit bulabildik mi?
Ve bu aşk bu kadar gündeme getirilirken sabrına dikkat çekenimiz oldu mu? Bir gömlek uğruna senelerce zindanda kalışı ve bunların hepsindeki hikmet…
Çok şey mi istedim.
Sanırım Yusuf-Züleyha aşkı daha heyecanlı geliyor.
Vesselam...
saadet bayri

25.1.10

Yeniden Yenilenmek

Havalar iyice soğumuş, yıl değişmiş ve tarih başka bir seneyi haber verirken, üzerine bir de bembeyaz kar düşünce insan ister istemez dalıp gidiyor. Bu yılın ilk karı tarifsiz bir sevinçle beraber şehre konuk olurken, ne kadar da özlediğimi fark ettim.
Zira geçen yıl görmek nasip olmamıştı. Salına salına semadan inişleri ve gördüğüm her şeyi beyaza boyaması, bu mevsimin en güzel hali ve rengi olsa gerek. Soğuk havalarla aram pekiyi olmasa da, kar başka bir şey. Bende tarifi olmayan güzelliklerden biri.
Hava soğuk buz gibi. Dışarı çıkmayı iki kere düşünmek gerekiyor. Bu kadar soğumuşsa elbet kar gelecektir ki; soğuğu kırsın ve hava ılısın biraz. Derken bu kadar titremenin üzerine işte o an, minik minik buz taneleri semadan yeryüzüne iniyor. Hiçbirinin birbirine benzemediğini bilmek, şekil olarak farklı olduklarını görmeden seyretmek ayrı bir keyif. Çok özlediğim bir dostu görür gibi oldum. Meğer ne kadar uzun zaman olmuş. Kıymet bilmek için özlemek ya da kaybetmek gerekiyor ya bu halim de onlardan biri. Kış mevsimi geldiğinden beri nadiren araladığım perdem bugün defalarca çekilip kapandı. Yenilik ve farklılık illa kişinin kendisinde olması gerekmiyormuş, bazen bir mevsimin içindeki bir an insanı heyecanlandırabiliyor.
***
Derken bugünlerde bayağı bir değişim yaşadım kendimde ve çevremde…
En önemlisi ise öylesine geçtiğim hayatı yeniden keşfetmeye başladım. Her gün aynı güne başka bir tarihle uyandığımı düşünürdüm. Ve farklı bir şeyler arardım. Ama son zamanlarda hep söylediğim ancak yapmadığım bir şeyi fark ettim…
Ayrıntılar…
Bu keşfe yardımcı olan ise minik bir çift göz. Evet küçük kızım dışarıya her çıkışımızda, sadece çevresiyle ilgileniyor. Evde iken her türlü halime tebessümle karşılık verirken, dışarıda hiçbir şekilde yüzüme bakmayınca bana da gördüklerimizi en ince ayrıntısıyla anlatmak düştü.
İlk kedimizi gördük geçenlerde. Kızımdaki heyecan ve hareketliliği görünce, “anlıyor mu?” diye düşünmeden, başladım kediler hakkında bildiklerimi anlatmaya. Kedilere “Bak kızım miyav geliyor.” Bir anda çıkan bu cümleye şaşkınlığımın ardından güldüm. Meğer kediler hakkında ne kadar çok şey biliyormuşum. Ve kediler hayata ayrı bir renk katıyormuş. Sanırım benim de bir kediyi ilk görüşümdü bu!
Derken gökyüzüne bakıyoruz beraber, bulutların şekilleri ilginç geliyor ikimize de... En son bu kadar dikkatli gökyüzüne ne zaman baktığımı unutmuştum.
Ve çevremde farkına varmayıp, keşfettiklerim birkaç yazı konusu. Sözün özü şu; dünyanın en dertsiz insanları hayatı ilk defa keşfederken dokunmak istiyorlar.
Acaba diyorum biz dokunmayı mı unuttuk? Yani bir kediyi okşamayı, sarı bir ota yaklaşıp bakmayı ya da bütün yapraklarını döküp dua makamında kalan ağaçları izlemeyi...
Bildiğimizi ve artık ezberlediğimizi düşünüp koşarken hayatın içinden yavaşlamaya ne dersiniz?
Hatta emeklemeye...
saadet bayri
Resim:Balkonumdan bir an...

13.1.10

Kaybettim Seni

Saklanan bazı eşyalar vardır, öyle bir saklanır ki, kendi sakladığımızı kendimiz bulamayız. Sonra sinirden kendimize kızarız.
Elimizden gelse bir tokat atmak isteriz aynada ki çehremize ama insan bir kendine öyle ağır tokatlar atamaz.
Canı acır bilir.
Sadece ellerimizi sıkarız. Yada söylenir dururuz. En ağır sözleri söylemekten hicap eder, şiddeti az cümlelerle geçiştiririz bu halimizi.
İşte sen de öyle bir kayıpsın yaşamımda, ne zamandır arıyorum yoksun. Biliyor musun?
Ben kaybettiğim eşyalarımın yerine hep yenisini bıraktım. Zamanla önemini yitirdiklerinden unutup gittim çoğunu. Hasbelkader çıkarlarsa bir gün karşıma, öylesine gülüp geçtim. Sadece bulundukları yere şaşırdım. Şimdi arıyorum en son kaybettiğimi...
Dua et erken bulayım seni.
saadet bayri

9.1.10

Seni Sevmiyorum

Değişik bir halim var bugünlerde.
Yorgun desem değil, kırgın yada kızgın...
Belki mutsuz yada çok mutlu... Yok hiçbiri değil.
Bu halimin evveli yok, mazisi yok, acısı- yarası hiç yok. Bu sebepten ismi de yok. Bence bir rüya bu yoksa her saniyesinde bir iç geçirme olmazdı ve kaybetme korkusu bu denli içimi acıtmazdı. İnsan rüyada olduğunu bilmezmiş diyorlar.
Sahi gerçek olduğunu bilince ne değişir ki..
Yaşım genç değil ama beylik laflar edecek kadar da yaşlı değilim. Ancak her sela sesi beni derin derin sızlatıyor.
Ve nedense artık daha önce sayfa sayfa anlattığım şeyler hakkında şimdi bir tek cümle kuramıyorum.
Ben senden önce hiç kaybetme korkusunu yaşamadım.
Bu öyle bir şey ki; tarifi yok hiç bir dilde. Bu öyle bir duygu ki mutlu olmamışım diyorum, sana her baktığımda. Yüzüne baktığımda sadece gözlerim doluyor, ellerim titriyor saçlarına dokunurken ben sana seni çok seviyorum demekten korkuyorum artık..
Neden biliyormusun?
Çünkü insan çok sevdiğiyle imtihan olurmuş ve ben seni kaybetme korkusuyla yalan söylüyorum.
Biliyor musun ben seni hiç ama hiç sevmiyorummmmmmmmmmmmmm
saadet bayri