22.7.08

İnsanlar şaşırmıyor ama…

İnsanlar evlenenlere seviniyor.
İki kişinin birlikteliğini destekleyip, aldıkları dâvete icabet edip, mutluluklarına şahitlik ediyorlar.
İstisnaî durumlar hariç…
Ne evlenirken üzülen birine rastladım, nede düğüne giderken üzülene.
Zoraki gitmeler hariç.
Evet ağlar gelin ya da annesi, ya da yakınları… Ancak yine de sevinçtendir bu damlalar. “Mutlu olsunda, varsın ben ağlayayım” denir. Herkes halinden memnun, birbirine bakarken… Çiftlere ise, sevinçten tebessüm etmek düşer, çevresindeki herkese.
Alkışlanır da alkışlanır her halleri…
Ne kadar mutlu.
Sonra hastalanır bir diğeri. Hüzünler başlar artık. Azar azar yoklar mutsuzluk kapıyı. Çare aranır, bir an önce iyi olmanın araştırmasına girilir.
Ziyaretçiler gelir teker teker.
Olağan karşılanır bu hal. Zira herkesin başındadır bu tür olumsuzluklar. Yaşarken her şeye hazır olmak gerektir.
İnsan bu, demirden ya da taştan değildir ya nihayetinde.
Teselli verilir. Ve binlerce “Şöyle yap. Böyle yap” tarzı teklifler sıralanır.
Ve zaman aynı hızında kayıp gider, kapılarından. Kimine göre koşarken, kimine göre hiç geçmez durur yerinde.
Derken zamanın geçişlerinden elimizde kalanlar olur. Uzun bir bekleyişin ardından hayatlarına yeni bir fert katılır.
Küçücüktür gözleri, elleri, ayakları ve bakışları.
Mutluluktan ne yapılacağı şaşılır. Şaşkınlık yoktur bu tepkilerde. Olması gerekliydi ve olmuştur işte.
Ne kadar olağan.
Gelenlerin yüzünde bir pırıltı, olması gereken bir haberdi ve sonunda duyulmuştur. Birbirlerini tebrik ederler. Mutluluk kokar buram buram.
Kahkaha sesi inletir bütün duvarları.
***
İnsanlar her gün aynı hayata uyanıyor. Aynı olayları, aynı durumları ve aynı konuları yaşarken hiç şaşırmıyor.
Sıkılmadan, umursamadan, değiştirmeden geçip gidiyor hayatın içinden.
Ne kadar tuhaf.
Her gün sela sesi duyuluyor, ya da mutlaka bir ölüm haberi izleniyor. Okuduğu sayfaların birinde bir taziye ilânı çekiyor ilgisini.
Ya da duvarda duran bir resim, artık olmayan birini hatırlatıp dururken, insan bir tek ölüme şaşıp kalıyor.
Evet, insanlar ölüme şaşırıyor; sanki hiç olmamış, sanki hiç olmayacak, sanki bir daha gelmeyecekmiş gibi.
Ne kadar komik.
Saadet Bayri

Yaşamaya çalışıyorum

Gözlerimde yaralı bir bakış kaldı senden sonra. Zormuş gidişini sessiz izlemek... Fırtınalar koparken içimde, susup kalmak.

Severken herşey o kadar kolaydı ki...

Bir su gibi kayıp gittin ellerimden, tutamıyorum şimdi.

Kime? Niçin? Ağlayacağımı düşünüp duruyorum.

Bütün çabalarım nafile.

Anlamakta güçlük çekiyorum...
Daha bir kaç zamana kadar yoktun içimde, tanımıyordum sana ait hiçbir şeyi... Adını bilmiyor, yüzünü hiç hatırlamıyordum. Yani yokluğun içimde bu kadar boşluk bırakmıyordu.
Sahi sen kimdin?

Oysa şimdi içimde titreyen bir alevsin... En ufak bir rüzgarda sönüp gideceksin, tüm sokaklarım karanlığa bürünecek. Korkuyorum, gözlerim bir daha aydınlığa alışamayacak.

Bu ilk kaybedişim değil aslında, kimler alıp başını gitmedi ki...

"Ayrılık" desem bütün kelimeler kırık dökük düşüyor avuçlarıma.. Yani anlatamıyorum bu son halimi.

Ne kadar çok şey birikmişti ellerimde oysa, hiç biri yan yana gelip bir anlam oluşturamıyor ki...

Bugünlerde yaşamak senin işin, benden ise uzak.
Üzgünüm...
Ben mi? Ben sadece yaşamaya çalışıyorum.

Saadet Bayri

16.7.08

Cevapsız sorular

Biz kimdik?
Bir isimle çağrılırken dönüp bakacak kadar kısamıydı bizi anlatan cümle?
Adımızı söylediklerinde, cevap verdiklerimiz ne kadar bilirdi bizi? Bütün kelimeler bir şeyler çağrıştırmak için mi yan yana gelmişti?
Yoksa hasbelkader konulup, hatta bir kaç defa da değiştirilip, en sonunda birinden duyulup, kulağa hoş geldiği için mi bu isimle isimlendirilmiştik?
Ve kaçımız isimlerimizden memnuniyet duyup, keşkeli cümlelerini birde isimleri için kullanmamıştır?
“Ben” in içine ne kadar tanıdık kelime yerleştirebilirdik meselâ? Her “ben” kelimesi, hangi sayıdan sonra “bize” dönüşmüştü?
Her gün gördüğümüz yüzümüz, en yabancı olduğumuz yan iken, “ben” daha kendini tanımaktan yorgun iken… “Onu tanıyorum” diye cevap verenler, ne kadar tanımıştı bizi?
Sahi “tanımak” ne idi hatırladınız mı?
Ya da “Anlat kendini” türünden emir kipiyle kurulmuş bir cümleye, kaç kelimeyle cevap verebilirdik.
“Ne olmak istiyorsun?” sorusunun karşılığında kaç kelimeye sığdırırdık düşlerimizi?
“Siz” dediklerinde ismimizin yanına bırakılan iyi dileklerin kaçına sahip çıkacak cüreti gösterebilirdik?
Ya da eğilip bükülürken, ağzımızdan çıkan cümlelerin kaçta kaçı cümle kalıplarına uysun diye söylenirdi.
“Seni anlıyorum” diyenler gerçekten anlamış mıydı bizi?
“Anladım” demek tam olarak neyin karşılığıydı
Sözlüklerdeki kelimeler, bütün yaşanmışlıkları açıklamaya yeter miydi? Yazılanlar ve söylenenler “Bitti. Hepsi bu kadar” diyecek kadar bize ait miydi?
Ya da
Yazılan ve “Tam beni anlatmış.” dediğimiz bütün romanlar gerçekten bizi anlattıysa, neden her seferinde şaşıp kalıyorduk yaşadıklarımıza. Hiç yaşamamış gibi tepkiler verdiğimiz yaşanmışlıklarımız, daha önce okunanlara neden uyum göstermiyordu?
Hayat en son ne zaman bizimle şöyle içli içli konuşmuştu da, biz de “haklısın” deyip yargılamıştık bütün sahip çıktıklarımızı. Kendimizi oturtup dâvâlı sandalyesine, “Söyle” dedikçe indirmiştik en can alıcı soruları vicdanımıza.
Terk ederken bir gün, “terk edilebilirim.” acısını duyarak mı yapmıştık bu infazı. “Empati” denilen psikolojik vakıa, en son hangi infazımızda, kapımızı çaldığında bizi evde bulmuştu?
Yoksa canımız sıkılmış ve maziye mi dökmüştük bugünün hepsini.
”Ötekiler” dediklerimiz kim olduklarını anlamaya çalıştıklarımız mıydı? Yoksa bir ömür bu sıfatın altında kalıp, ezilecekler miydi?
“Bizim” dediğimiz hangi sınanmışlığın neticesinde almıştı bu unvanı da, geri istemeye yüzümüz yoktu.
Ve hayat arada zorlarken, biz hep gitmekle mi tehdit etmiştik onu, elimizde bir kaç parça acıyla...
Ya da “Ben damlalarla mücadele ediyorum. Ne yaptığım bana kalsın” diyerek arkamızı dönüp gitmiş miydik ilk defa...
Saadet Bayri

12.7.08

Hatasızlığımdı tek hatam

İnsan kendine o kadar güvenir ki bazen...
Hatasız sanır aynalarda gördüğü çehresini; ak pak, tertemiz…
Tıpkı beyaz bir kâğıt ve süt gibi…
İlk yanılgı buradan başlar. Çünkü insan yanılır. En çok da kendi hakkında olur bu yanılgı.
“Bildim… Anladım… Öğrendim… Yaptım…” dedikçe yitip gider.
Doğrusu, insan “Ben” nakaratıyla başlayan cümleleri kibrin mızraklarına taktıkça, söndürür tevazu mumlarını.
****
En büyük yanılgımın kendim hakkımda bildiklerim olduğunu anladığımda, yaşım gençlik çağını aşmak üzereydi.
Ucundan yakalamıştım zamanı.
Zira o kadar yakınken kendime, bu kadar uzak olabileceğimi hiç düşünememiştim.
“Tanıyorum” derken, bu tanımanın bir ömür devam eden süreklilik içinde pek de mantıklı bir önerme olmadığını hiç farketmemiştim.
“Biliyorum, tanıyorum, öğrendim” gibi ifadelerle sabitlerken hayatımı; yüzüme, değen ele, konuşan dile ve düşünen aklıma yabancılaştığımın farkında bile değildim çoğu zaman.
Oysa her gün, adına “hayat” dediğim yaşanmışlıklarım neler öğretiyordu neler.
“Bir daha mı?” deyip yaşamı sürdürürken, aynı hataya defalarca düşüşlerim.
Düşünüyorum da kendimi gerçekten tanısaydım, bu kadar çok hata yapar mıydım? Kızdığım davranışlarım, sevmediğim huylarım ve “Ben bunu nasıl söyledim, nasıl yaptım?” diye kızgınlıklarım olur muydu?
Aslında farkında olduğum zamanlarda da birçok hata yaptım. Ancak sayıları azdı eskiye oranla.
Yaşarken öğrendiğim: mümkün olduğu kadar hata etmemeye çalışmaktır esas olan.
Hâl böyleyken öğrendikçe, tecrübe edindikçe “Biliyor” havalarına girerek, muhataplarım hakkında yargılayıcı sonuçlara varmak konusunda hala üstüme yok.
Böyle davranarak her gün yeni ve bir o kadar farklı sürprizlerle bitiriyorum günlerimi…
Her gün “Biraz daha büyüyüp olgunlaştım” diyerek, bakıyorum kendime dev aynasında. Ve aynada masum aramayı hiç terk etmeyip suçlarken başkalarını, suçsuzluğumun tasdik edildiğini sanıyorum.
İmam-ı Azam Ebu Hanife, “Bilmediklerimi ayağımın altına alsaydım, başım göğe ererdi” diyor. Oysa ben, bir iki malûmatla gözümü yeni açmışken, kendimi bilmiş yanılgısına sürükleyip, başkalarını yargılamalarla başlıyorum hayatıma.
Kendimi bırakıp, başkalarının peşine düşüyorum.
Başka yanılgıların, başka hataların, başka unutulmuşların...
Kızdıkça kızıyorum, benden farklı olan kişilere.
Kendini unutmanın adını “güven koyup” emin olduğum konularda saldırıyorum.
Ne kadar acı, “öğrendim” zannıyla, etrafa avazı çıktığı kadar bağırmak. Bir hiç olan haykırışları “konuştum” sanmak…
Oysa en emin olduğum yanımdı beni ilk terk eden.
Çünkü kişi öğrendikçe eğilmeyi öğrenirdi.
Susmayı, tanımayı ve yanlışını gördükçe benliğine dönerdi.
****
Ben her zaman için yanılabilme hakkına sahip olduğumu düşünürüm...
Hata yapabilme özgürlüğüm olmalı mesela.
Şaşırabilmeliyim ya da sıfır vermeli hayat bana, tercihlerim yüzünden.
Kaç kişi mükemmel olduğunu söyleyebilir ki?
Kaç kişi insan-ı kâmil olduğunu savunabilir?
Eminim ki yok denecek kadar azdır bu sorulara cevap verecek kişi.
Mükemmellik, ancak süreklilik isteyen bir hayat boyu öğrendiklerimizle son nefesimize kadar süregelen yolculuğun adıysa; muhatabımıza veryansın ederek hatalarını sayıp, kendimizi sütten çıkmış ak kaşık göstermek ne kadar doğru?
“Oldum, bitti” deyip mükemmelliğe sahiplik dâvâ etmek ne kadar mantıklı?
Bence, sahip oldukça susmayı öğrenmek, ancak son nefesimize kadar sürecek mükemmelliğin ilk adımıdır..
Daha yabancıyken kendime, kalkıp başkası hakkında yorum yapıp, konuşabilir, hesap sorup, dâvâcı olabilir miyim hiç?
Sözlerini, halini, duruşunu yargılayabilir miyim bir başkasının?
Kendime bile bu hakkı vermekten acizken…
Hayat sona yaklaşırken acayip şeyler oluyor en yakınlarımızda…
saadet bayri

Avuçlarımdan kayan sadece zaman

Zaman akıp geçiyor sağımdan ve solumdan. O kadar hızlı ki, yüzümde hissediyorum rüzgârını. Bazen üşütüyor, bazen dağıtıyor, bazen de topluyor içimi. Kimi zaman sendeletiyor, kimi zaman da hiç farkında olmadan sürüklüyor beni faaliyetler içine.
Yani öylece gelip geçmiyor buralardan.
O kadar çok şeyi alıp götürüyor ki... Bu hıza inat durup bekliyorum hayatın içinde.
Bu kadar koşanları görünce ve koşarken birçok şeyi erteleyenleri fark ettiğimden beri yapıyorum bunu.
Oyun oynayamayan çocuklar, gülemeyen büyükler var bu koşuda. Ben sonuncu olmaya karar veriyorum.
Dünyanın, etrafımda döndüğünü fark etmek istiyorum. Oturmuş bekliyorum bir köşede, sabırla.
Duvar takvimimin sayfaları bitti. Yenisini taktım.
Bu böyle sürüp gidecek; tekrar bitecek ve ben yine yenisini takacağım.
Kendi ellerimle kopardığım takvim sayfalarına kızıyorum, “Koparmasaydım” diye. Sonra hâlime gülüyorum, sanki sayfaları koparmasam günler geçmeyecek. Ben her yıl günlerin bu kadar çabuk geçmesine üzüleceğim. Onlarsa, bana aldırmadan hep geçip gidecek.
Bakıyorum da hiç kimse, hiçbir şey eski hâliyle yok yeni zamanda. Hayatı tutmak ne mümkün. Hani şair “Ne içindeyim zamanın, ne de büsbütün dışında” diyor ya...
Köşe başlarında bekliyorum. Hangi işin elinden tutsam, ya o beni bırakıyor ilgilenmediğimden ya da ben bırakıyorum sıkıldığımdan.
Ruhumdan habersiz bambaşka diyarlarda, bambaşka hayatları aynı fon müziği eşliğinde yaşıyorum.
Öylece her şeyin ortasında kalakalıyorum. Bu hengâmede her yeni yılda sevinip havalara uçuyorum. Ertesi sabah kalkınca, her şey seyrinde devam ediyor. Bu defa şaşırıyorum.
Ben neden bu kadar çok sevindim ki?
“Yaşasınlar” eşliğinde ömrümden giden bir yılı devirirken, zamana olan hıncımdan mı “Olllllley” tarzı nidalar yükseliyor dilimden?
Yeni bir yıl için yazılan yazıları okuyorum. Hepsi yeni bir hayat, iyi dilekler, mutluluklar ve en önemlisi yeni başlangıçlar temenni ediyor. Yeni yıl, yeni bir başlangıç olsun, diyorlar. Ama nafile, o da olmuyor. Zira saat gece 12 olunca, bir önceki yılda yaşadıklarımdan ders alıp, yeni yıla farklı bir şekilde tasarladığım hareketlerle başlamıyorum.
O kadar iyi dilek havada kalıyor.
***
Arada durmak lâzım, biraz soluklanmak…
Yavaş yavaş hareket etmek...
Yaşamak lazım. Yani yaşar gibi yapmamak.
Eğer bu kadar hızlı eskiyorsa zaman ve biz. Her şeyi hızla tüketiyorsak, sevdiklerimiz hiç ummadığımız anda ve zamanda kayıp gidiyorsa avuçlarımızdan, öyleyse sevdiklerimiz için biz yavaşlayalım.
Çünkü bir an geliyor, elimizi attığımız her cebimizden bir “keşke” çıkıyor. Geçmişin arkasından el sallamaksa kaderimiz, yeniye de yenice; ama farkında olarak başlamak gerek.
“Bizden artık bir şey olmaz” diyenlerdenseniz, bana da simyacının dediği gibi:
“İnsanlar ayaklarının altındaki hazineyi görmezler. Neden biliyor musun? Çünkü insanlar mucizeye inanmazlar” demek düşüyor.
Farkındalığımızı fark etmemiz duasıyla…
Saadet Bayri

9.7.08

Kimseyi Yargılamayın

Hayat bize her şeyden önce, hiç kimseyi yargılamamayı öğretsin.
Ve lütfen kimseyi yargılamayalım.
Hayat bizim yazıp çizdiğimizin, kurduğumuzun, tasarladığımızın çok ama çok dışında bir şey.
Tam “Olacak” dediğiniz bir işinizin ters yüz olduğu, “Olmaz” deyip dönüp giderken oldurulan bir şey işte.
Bunca yıl geçti hâlâ anlayabildim diyemem.
Yaşlarını hayretle karşıladığım ninelerim bile anlamamışken, yirmili yaşların içinde anlamaya dair lâkırdı etmek, komik olsa gerek.
Ama insan bu, yaşadığı her yılı bir şeyden sayıp, kendine bir rol biçince hayatın içinde, bir şeyler öğrendim yanılgısına düşüyor böyle. Sonra öğrendiği her yeni şeyle de, utanıyor söylediği bu sözden.
Ve yanılıyor, hayat hep ama hep öğretiyor. Bir türlü oldurtup, tamam dedirtmiyor.
***
Şimdilerde biraz dağınığım.
Fonda hayat, ben sözleri oluyorum.
Yine de yaşadıklarımdan öğrendiğim; kalabalıklara aykırı bir söz söylerseniz, doğru sandıklarını aslında doğru olmadığını anlatmaya çalışırsanız, kimse sizi kabullenmez.
Kendi doğrularını yaşamaya çalışanları mutlaka yargılarlar.
Bir köşe başından inerken ayrılığa, suçüstü yakalayıp, yargısız asarlar.
Siz uzaktan asılan cesedinize bakarsınız. Dokunmanıza bile müsaade etmezler.
Onlar astıkları bedeninizi temizledik sandıklarından, dokunarak kirletmenize izin vermezler.
Siz sessiz cümlelerle haykırırsınız; “Ben değildim.” Sizi duyamaz kimse.
Militan bir sukut bulaşır o günlerden ellerinize. Cesaretiniz yenik düşer cellât ihanetlere.
İçinizdeki bütün keşkeleri sürgüne yollarsınız.
Kimseler olmaz yanınızda o günden sonra.
Oysa zaten hiç kimseniz yoktu.
Kimseler var sanıldığında da.
“Seni yaraladım” diye sevinenler unutmuştur; insan sadece kendini yitirir, bir başkasını yitireyim derken...
Ve cellâtlar her zaman masum yüzlüdür.
Unutulur…
Ve kader öyle bir adalet eder ki, şaşar kalırsınız.
İnsan sanır ki; yaptığımın aynısıyla cezalandırılacağım.
İmtihan dünyasının sırrı çözülmesin diye, ummadığınız bir olayın içinde öyle bir acı çekersiniz ki; gözünüzün feri, dilinizin sesi, yüzünüzün hali değişir.
Ve eğer ferasetinizi henüz kaybetmediyseniz, kaderin nereden adalet ettiğini anlarsınız.
Sizin için, her güne başlarken kalkan ele, artık cevap verilmiştir.
Bunu her kanadığınızda ya fark eder ya etmezsiniz.
Rabbim adalet sahibidir, kanattığınız, bunu bildiği için ellerini semadan hiç indirmemiştir.
Siz bilemezsiniz.
saadet bayri

4.7.08

Annem haklıydı..

Küçükken nelere üzülürdüm bir bilseniz.
Meselâ istediğim oyuncak alınmayınca, annemi ve babamı almadıklarına pişman edene kadar uğraşırdım.
Bayağı yaramaz bir çocuktum. Evin ilk çocuğu olanın verdiği bir rahatlıktı benimkisi.
İstediğim kıyafet giydirilmeyince, artık tutana aşk olsun. Yanaklarım kızarana kadar, saatlerce ağlardım. Ağlamalarım meşhurdu o zaman.
Televizyonumuz henüz yeni alınmıştı; ben beşinci sınıfa gidiyordum yaşım on bir.
Zaten o zamanlarda siyah beyaz televizyonlar vardı. Renkli televizyon bizim için lükstü “Vay be televizyonunuz renkli mi?” diye diye imrenirdik renkli televizyon alanlara. Hatta televizyona giden anten siyahsa televizyon siyah beyaz, eğer kablonun rengi maviyse televizyon renkliydi.
Çocukluk bu ya öyle öğrenmiştik kendi aramızda.
Televizyonumuz alındığı dönemde, gece on’da başlayan filmler olurdu. Hani şimdi burun kıvırdığımız Türk filmlerinden bahsediyorum. Doksan’dan önce çok meşhur ve de güzeldi. Şimdi her ne kadar çok komik gelse de, o dönemlerde ke-yifliydi. Saatlerce beklerdim filmin başlayacağı saati ve tam filim başlayacak babam cellât gibi görünür, televizyonu kapatırdı.
“Yeter artık! Çok izledin, uyu” dediğinde hiç bir kuvvet televizyonu yeniden açamazdı.
Oysa o saate kadar hiçbir şey izlememiş, filmi beklemiş olurdum.
Ancak bunu babama anlatmak nerede ise imkânsızdı.
Saatlerce ağlardım. Aman ne ağlamak hıçkıra hıçkıra, tabir caizse tepine tepine. Sonra uyur kalırdım oracıkta. Ertesi gün yine aynı olaylar…
Derken neredeyse her gün her saatte film ve üstelik diziler çıktı. Ve şimdi kimse karışmıyor izlediklerime ve saatine ama artık izleyemiyorum. Hiçbir dizi ve film, saatlerce beklediğim o filmler kadar heyecanlı değil. Eski filmleri de izlesem gülüp geçi-yorum. Ve çocukluğumda ki o gizin ne olduğunu hâlâ merak ediyorum.
Hatırlıyorum da filmlerin sonunda kavuşsalar da ağlardım, ayrılsalar da. Gözyaşlarımın sebebi yoktu, her iki olayda duygulanmama yetiyordu.
Şimdi en acı sonlar bile tebessüm ettiriyor. Hadi canım bu kadar da değil diye birçok mantık hatası buluyorum. Ve o saflığımı hangi yaşımda unuttum diye bakınıyorum.
En ufak bir şeyde saldığım gözyaşlarım ve ağladığım bu kadar basit olaylar. Şimdi gözyaşlarıma sebep olan olaylara gülüp geçiyorum. Ve her hatırladığımda kızıyorum kendime. Keşke hiç üzülmeseydim ve bu kadar çok ağlamasaydım diye.
***
Küçükken çok mu ağladım bilmiyorum? Ama uzun zamandır gözyaşlarım tükendi. Öyle olur olmaz her şeye ağlamıyorum. Canım sıkıldı mı pencerenin kenarına oturup gelene gidene bakıyorum. Kendimi avutuyorum ve neden büyümek için bu kadar acele ettim diye de söylenmiyor değilim.
Annem der ki “Büyüdükçe derdiniz arttı. Meğer siz küçükken en güzel çağımı yaşamışım” Şimdilerde bakıyorum hayata da, sanırım hepimiz küçükken en güzel çağlarımızı yaşamışız hiç haberi-miz olmadan. Baharda yağmurların topraktaki tohumları suladığı gibi, bütün sevdiklerimizi gözyaşı yağmurumuzla sulamışız. Büyüdükçe yaz gelmiş, her yer yanmış kavrulmuş. Haliyle kuraklık olup, hiç gözyaşı akmamış ve yağmurlar kesilmiş.
Bu yüzden olsa gerek uzun zamandır burnuma çiçek kokusu gelmiyor.
Annem haklı mı ne?
Saadet Bayri