21.2.12

Özlemek


Ah bu şarkılar!.. Hele eski şarkılar… Nasıl da dalıyor insan maziye, eski bir şarkının kanatlarında... Sahi, neden şarkılar özlem denen ateşi yakar, insanın yürek tenhasında? Bilse de insan, bilmezlikten gelir bu sorunun cevabını çoğu zaman. Öyle ya, en çok tez cevaplanan; ama bir türlü tam olarak idrak edilemeyen ve idrak edildikçe derinleşen sorularda yitip gitmiyor mu insan?

Boşuna, “Ölüm Allah’ın emri de şu ayrılık olmasaydı” dememiş şâir. O hasret denen acımasız akrebin kıskacından dem vururken, ellerinden bir an uçup giden ve asla dönmeyecek kuş misali, bir daha bir arada olmayacaklarını mı yahut kavuşma imkânı olmayacak olanı mı daha çok özler insan? Veyahut da sahipken yitirdiklerini mi?...
Evet, insan tutamadıklarını, tutmuşken tutunamadıklarını ve göz göre göre yitirdiklerini özler. “Şimdi sen gidiyorsun ya, herkes sana benzeyecek” sızısının hançer tadında, yitenin yerine başka hiçbir şey koyamadıklarını ve koyamayacaklarını da özler insan… Kadın olsun, erkek olsun… Hayatın o görülmez ince telleri içinde, mızrap misali derin yankılar bırakıp devrimler yapan ve “Daha asitli bir yalnızlık için dilek tutuyorum şarkılara” ifadesinin doldurduğu ve bir daha başka bir şeye yer kalmayacak şekilde çın çın öten zamanında söylenmemiş bir “dur” nidasını özler… Öyle ya, “Sana gitme demeyeceğim/Ama gitme…” şarkısının ince ayrıntısında gizli değil midir özlemi doğuran o yakılası gurur. “Gitme” denilmiştir; ama giden artık gitmek zorunda hisseder kendini. Bundandır belki de özlemin bir diğer adının da vazgeç(e)memek olması. Kırk kere kovulsa da insanın, yine aynı kapıda bulmasıdır kendisini. Defalarca git dendiği hâlde, gidememektir belki de. Unut dendiği hâlde, her yüzde ve tebessümde onu hatırlamak… “Git başımdan Aysel, seni seviyorum” derken, ona benziyor diye her şeyi nimetten saymaktır özlemek. Nihayetinde, en büyük ihaneti olarak çıkarken kişinin karşısına, koyu bir yalnızlıktır özlemek. Yakıcıdır bu yüzden özlemek…
Hâsılı, elimizde olmayan hislerdendir özlemek… Ve aslında bir işarettir özlemek, bize ezelden kalan. Öylesine dolaşırken meselâ caddelerde, acelemiz varken… Bütün tavan arasını boşaltırken veyahut her şeyi atacakken meselâ… Ele geçen eski bir şiir tadında girer gönül sadefine birdenbire. Zaten özlemle başlamadı mı “birden” “bire” dünya yolculuğumuz? Uhrevîliğe özlem değil midir bir bakıma dünyevî hasretin sayıklamaları? Dindirilmez ve durdurulmaz bir haslet olması bundan. Öyle ki, gecenin orta yerinde nefes nefese uyandığınızda, dilinizde bir “özlem” olur ki, bütün saatlere hükmü geçer o anda. Bunun içindir ki, hasretin en ince tınısını ifade eden “Dağlar ile taşlar ile çağırayım Mevlâ’m seni” türünden mısraları söyleye söyleye, hasretin peşinden sürüklenmiş Yunus Emre.
Anlayacağınız, sarıp sarmalamış bizi özlem. Şöyle bir etrafımıza bakmak yeterli. Bütün terminaller özlem kokar meselâ… Koşanlar, koşturanlar… Bekleyenler, bekletenler… Gelenler ve gelmeyenler… Sahi, gidenlerin bavulları mı ağır, yoksa nice özlemleri taşıyan omuzları mı? Sahi, hangisi onulmaz bir yara ağırlıkların?
Sadece terminaller değil, özlem yuvası elbette. Öyle ki çocukluk da bir hasret mâbedidir, içine girilen ara sıra. Öyle bir mabed ki; içinde koşulan caddeler, oynanan oyunlar ve bir de dinlenen masallar… Sahi “Kaf dağında ağlar eski bir masal” derken şâir, en çok da masalların özlendiğini belirtmiyor mu?
Özlemek bir yönüyle sahipsiz; ama bir yönüyle paylaşması güç bir duygu bizim için. Herkese ait; ama hiç kimsenin olmayan… Biraz bıraksa kendini insan, kendisi de alıp başını gidendir bir bakıma. Çoktan unutulan; ama ansızın farklı bir isimle dikiliveren karşımıza… 
Gözlerimizden köpük köpük taşması özlemin, bundan. Bundandır ne geceye has olması, ne gündüze… Canı ne zaman isterse, gelip keyfince kurulması gönül denen hâne-i viraneye bundan… Hâsılı üç noktalı, eksiltili bir cümledir özlemek… Yazdıkça çoğalan, çoğaldıkça ulvîleşen ve ulvîleştikçe de uhrevîliğin, yüreğin derinliğine nüfuz etmiş naif huzmesidir özlemek… 
Saadet Bayri

Hiç yorum yok: