11.10.15

Bize bir haller oldu

Bize bir şeyler oldu; daha doğrusu hâller oldu. Değişim rüzgârının soğuk atmosferinde değiştikçe dönüştük; dönüştükçe de birilerine benzemeye başladık.
Öyle ki “öbür mahalleyle” aramızdaki dere pek derin değil artık. Benzemeye çalışmakla bayağı doldurduk bu kocaman mesafeyi. 
Neler mi oldu? Önce eşarplarımız kısalmaya başladı. Sonra İslâmî hassasiyet için değil, modaya uymak için yeniden geniş örttük; lâkin şu farkla ki, bu defa aynalara eşarbımızla birlikte makyajımız için de bakmaya başladık. Böylece sözde modern olmaya başladık. Makyaj deyip geçmeyin. Şimdilerde açık bayanların dahi kullanmadığı enva-i çeşit makyaj çeşidi örtülü kızlarımızın çantasında. Eşarp düzeltmek için girilen lavabolarda makyaj tazeleniyor meselâ. Ve nihayet ehl-i dünya ile var olan bu en büyük fark da el birliğiyle aşılmış oldu (!) 
Sormak lâzım: Başörtüsü takıp da akabinde yüzünü boya fıçısına daldırma hâli hangi İslâmî meslek ve meşrebe sığar? 
İş makyajla sınırlı kalsa, neyse. Zira eskiden dış kıyafetin uzunluk- kısalığına lâf edilirdi ya, şimdilerde, “Aaa ben bu dış kıyafetle mi uğraşacağım” der gibi bir hava var. Nitekim artık pardösü ve türevleri yerine, muhafazakâr hanım ve kızlarımız ev kıyafetleriyle çıkıyor çarşı pazara. “Hadi canım olur mu? Tüh tüh…” derken, bir de baktık ki, mangalda kül bırakmayan “büyüklerimizin” kızları en dar blucin ve kaparilerle resimler çekmeye başlamış. O da yetmemiş, yaptıkları çok iyi bir işmiş gibi birde sosyal medyadan bu fotoğrafları paylaşıp kendilerini etiketlemişler. Değişimin etiketli hâli bu olsa gerek. 
Değişimin bir de evlilik hâlini unutmamak lâzım. Önce giyilmesi gereken gelinlik için bulunulan şehir köşe bucak gezilir olmuş meselâ. İnternetten yapılan araştırmalar da cabası. 
Tek amaç; zamanımızın sosyal vebası diyebileceğim, “diğerlerinden farklı olmak, hiç kimseye benzememek, yani ki özel olmak” hırsını tatmin etmekten başka bir şey değil. “Ne var bunda?” gibi masum bir itiraza diyeceğim şu ki, kızlarımız sanki gelinlik ve düğün için evleniyor, gerisini düşünmüyor. “El âlem bir görsün gelin nasıl olur, nerede nasıl evlenilir” gibi İslâmiyet’ten uzak bir anlayışla hareket ediyor. Yoksa, bir şekilde kendini muhafaza etmiş, örtüsüyle makyajsız haliyle arz-ı endam etmiş bir kızımızın bile tesettür sınırlarıyla hiç alâkası olmayan bir gelinlik giymesi ve dahi, yüzündeki makyajla tanınmaz hâle gelmesini nasıl izah edebiliriz? Bir on veya on beş yıl kadar öncesine gidelim meselâ. Yeni gelin olmuş örtülü bir gelinin evine gidildiğinde, misafirlere açık olan odada aile efradına ait, hele de o evin hanımına ait bir fotoğraf görülemezdi etrafta. Gelinlik ve düğüne dair fotoğraflar namahrem gözlerden uzak yerlerde muhafaza edilirdi. İsteyen olursa da sadece hanımlara gösterilirdi. Şimdilerdeyse en tarz pozları çeken fotoğrafçının arandığı, en mahrem hâllerle o hiç bilinmeyen kişilere tebessüm edildiği en özel ve en mahrem fotoğraflar, artık misafir odalarında değil, sosyal medyada afişe ediliyor. İnsanların nazarına sunuluyor. Eh ne yapalım, hanım kızımız eşiyle olan o en mahrem fotoğraflarını sosyal medya hesabından boy boy paylaşınca, bize de “cık cık”larla onlara bakmak düşüyor (!) 
Bize bu düşerken, başkalarına da gelen yorumlara cevap yazmalar, birilerine göndermeler yapmak düşüyor. Ve böyle giderse şuurlu bir Müslüman olduğunu düşündüğünü iddia edenlerle ehl-i dünya arasındaki tek fark, başörtüsü olacak. O da bir bez parçası konumuna düşmezse…
Saadet Bayri

Mahremiyetimiz nereye?

Ahirzamanda yaşamak kolay değil elbet. Hele dijital dediğimiz internet çağına girmişken, her şey çok daha zorlaşıyor.
“Sosyal medya” isimli bu efsaneyi kullanmayanımız yok neredeyse. Biz eskittikçe de yenileri ekleniyor listemize… “Asla kullanmam! Bana göre değil bu işler” dediğimiz adreslerde bile isimlerimiz var. Dahası, kendimizi temize çıkaran “ama”lar ile başlayan cümleler gittikçe daha çok açığa çıkarıyor ikircikli bir travmayı. 
Travma diyorum, zira çok değil; bir on yıl öncesine kadar bu hâlimizden bahsedilseydi, gülüp geçerdik belki de. Oysa ağlanacak bir hâlde yaşıyoruz da ağlayanımız yok. 
Sormak lâzım: Bir zamanlar televizyon ile yatıp kalkan bir millet ve gençlikten şikâyet edilirken, şimdilerde üç beş tane sosyal medyanın çengeline takılıp oradan oraya savrulduğumuz neden dikkatlerden kaçıyor? Savrulurken de abarttıkça abarttığımız trajikomik hâllerimizi neden normal görüyoruz? 
Bu bağlamda, “Faydası olmayan şeyin zararı vardır” ilkesi haylice düşündürüyor beni. Bu kadar sosyal medya, bu kadar insan ve bu kadar paylaşım… Düşünün bir kere, her şey facebook denilen o acayip adın içine girmekle başladı. Öyle ki, “arkadaşlarımı buldum, olmadı akrabalarımı görüyorum, aa ilkokul arkadaşım” derken, her gün bir tık üste çıktık. Öyle bir hâl aldı ki; kim nerede ne yapıyor bilir olduk. “Pazardayım, filan kafede, şurada şununla yemek yiyorum” derken, yavaş yavaş mahremiyet sınırlarımızı aşmaya başladık. 
Nasıl mı? Efendim dindar genç kızlarımız beyaz atlı prenslerine (!) ağıtlar yakmaya, sevdaya dair sözler etmeye başlayınca, bir de üzerine “gel artık neredesin?” diye yazınca, evli hanımlar durur mu? Onlar da misilleme olsun diye, aşka dair ne kadar söz varsa yazmaya başladılar eşceğizlerine (!) Paylaştıkları resimlerin altına şairleri hayrete düşürecek1 şiirler, akşam eve gelecek eşe doğum günü, evlilik yıl dönümü kutlamaları… Ve en mahrem fotoğrafları boy boy afişe etmeler… 
İşin tuhaf tarafı, sözde şuurlu olduğunu iddia eden ve Risale-i Nurları tanıdığını ilân edip mangalda kül bırakmayanlar da bu mahremiyet sınırını ihlâl edenler arasında. Belki de bizim mahallenin genç kızları bu kadar dünyevîleşmenin sonucunda, “aranan olmak” konusunda eksik kaldığından aradıklarını bulamıyorlar. Bundan da öte, sürekli arama konumunda olduklarından, bulduklarıyla da mutlu olamıyorlar.  
Öyle veya böyle… Acı olan şu ki, ehl-i dünyanın yaşadığı hayat tarzı elbise değişerek hayatlarımıza girmiş bulunmakta, bu mahallenin kızları ve hanımları da artık çok değişmekte. Nasıl mı? Tahrik edilen gıpta damarları ve çatlamaya başlayan evlilik çıtaları şeklinde… Meselâ, görümcesini, eltisini ve kaynanasını veya benzeri kişileri çatlatmak için paylaşılan fotoğraflar ve yer bildirimleri çoğu zaman bunun için. 
Unutmamak lâzım: Bu kadar çok düşmanla (!) sevmeyenle (!) ve dahi hazlarla (!)… boğuşurken, evli olanların çocukları ve bekâr olanların yakınları birbirinden fersah fersah uzaklaşıyor; sevgi, bağlılık, paylaşım ve diğergâmlık gibi en nâdide değerler yavaş yavaş kaybolmaya yüz tutuyor. 
Saadet Bayri

Tehlikenin farkında mısınız?

Yazın sonuna gelirken, her ne kadar düğünlerdeki yoğunluk azalmış olsa da, arada bir düğüne ve dahi düğün sonrası konvoya şâhit olduğumda, zamane gençlerinin işinin zorluğunu düşünür dururum.
Biliyorum, “eskiler(de)” demekten yorulmuş bir haldeyiz; ama yenileri anlamak için “eski”ye temas etmemek olur mu? Yani ki şimdiki evlilerin, her şeylerini yeni istedikleri için fiyat ve hayat olarak nasıl bir toplumsal değişim ve dönüşümü yaşadığımızı ancak “eski(den)” diyerek anlayabiliriz. Öyle ki, “facebook” veya instagramlarda neredeyse bohçalarıyla arz-ı endam eden nişan ürünlerini görünce, “bu işten öyle ucuza kurtulamazsın damat bey” demeden edemiyorum.  
Öyle ya, eskiden “iki gönül bir olunca” diye başlayan atasözlerinin yerini, şimdilerde çok başka deyimler almış durumda. Kimse bir “kuru” yüzük ve “birkaç” eşya ile gelin olmak istemiyor. “Bizim de dostumuz düşmanımız var efendim” diye devam eden sözde sebepler düğün sahiplerini sıktıkça sıkıyor. Durum böyle olunca da evlenecek beylerin önce iyi bir iş sahibi olması gerekiyor. Akabinde ise birikim yapmalı ki; hiç eksiksiz evlenebilsin. İş o kadar ciddî boyutlara ulaşıyor ki, bazen, damat beyimiz gelin tarafını memnun etmek için kredi dahi çekebiliyor. Olayın günah ve israf boyutu ise haddi aşıyor.
Bu eksiksiz evlenmenin faturası iki kişiye kesilince de, evlilik süresince taşınması o kadar kolay olmuyor. Hiçbir şeyinden taviz vermemiş olan genç kızımız bu kadar yükün altında ezildikçe eziliyor. Bu defa da huzursuz günler, tebessümsüz yüzler iki tarafı uğraştırıveriyor. Söz konusu evlilikten, diğer genç kızlara ise “Aman evlenmeyin. En rahatı sizsiniz” türünden nasihatler kalıyor. Oysa kimse en temeldeki sorunu anlatıp, hatasıyla yüzleşmeye yanaşmıyor. 
Bu satırları okurken sanmayın ki, dünyevî yaşayanlardan bahsediyorum. Bunu bizzat sözde uhrevîliği hedef edinmiş kızlarımız ve dahi onların annelerinde gözlemlemek mümkün. Demem o ki, görenek belâsı dediğimiz o düstur hayatımızın içinde bir ur gibi duruyor. O kadar ki, yakın çevremizde bulunup bir şekilde Risale-i Nurlarla, ama öyle, ama böyle hemhâl olmuşlarının hâlleri, ahvalleri hem dahi hanelerini görünce, “bu işin sınırı çoktan aşılmış” demekten kendimi alamıyorum. 
Evet, “dindar genç kız modeli ve tarifi gitgide” değişiyor. Değiştiği için de bu değişime uyacak erkek, yani damat adayı bulmak da bir hayli zorlaşıyor. Aldığı kıyafetin, eşarbın ve dahi eşyanın fiyatından ve markasından başka konumuz yok ise, dindar kızların evliliğinden bahsetmek ve bu kızlara yazık oluyor demek abesle iştigalden öteye geçmez. 
Yeri gelmişken söyleyeyim: Nişan alış verişinde bir parfüme fahiş bir fiyat verdiren genç kızımıza, İktisat Risalesinden birkaç düstur söyleyen ablamıza verilen cevap manidardı: “O sana yakışır, bana değil.” 
Tehlikenin farkında mısınız? “Dünyevîleşme” dediğimiz zaman, artık karşı mahalleden değil, bu mahalleden bahsediyoruz. 
Saadet Bayri

1.9.15

İdeal eş(mi) aranıyor? - 2

“Sen büyünce ne olacaksın, söyle bakalım” sorusu bilmem kaç defadır soruluyor kızıma.
Sonunda müdahale etmeye karar verdim. Soranlara, “Benim kızım gelin olacak teyzesi” dediğimde, yüzüme tuhaf tuhaf baktıktan sonra, “Nasıl olsa gelin olacak. Önemli olan nasıl bir mesleği olacağı” türünden akıl vermelere karşılık, “Yok teyzesi, ancak yetişir gelin olmaya. Kızlarımız artık gelin olmuyor. Bizim kızlarımız sadece meslek sahibi oluyor. Gerisi ise zor geliyor” dedim.
Bu muhabbet ilerleyip giderken, acı bir gerçekle karşılaştım. Çünkü eskiden kızların evcilik oynarken bile enva-i çeşit eşyalarla gelin olduklarını ve oyunlarını bu şekilde devam ettirdiklerini iyi bilenlerdenim. Siz de hatırlamaz mısınız, gelin olmak en güzel hayaldi. Hele anne olmak, bebeklerini uyutmak, onlara ninni söylemek… Öyle ki, daha çocukken başlıyordu aslında anneliğin provaları. Sonra nedendir bilmem, yetişkin olmaya doğru ilerlenince, gelin olmak veya anne olmak ayıp karşılanmaya başlandı. Böyle bir muhabbet olunca da “Kızım o nasıl söz. Bir daha duymayayım. Senin daha yaşın kaç, çok ayıp” sözleriyle, “bir evin hanımı ve çocuklarının annesi olmak düşüncesi” “ayıp” olarak telâkki edilmeye başlandı. 
Bu düşünce, belki biraz masumdu, “edep”ten sayılıyordu. Ancak,“okusun meslek sahibi olsun” diye diye büyütülen koca koca ve tabir yerindeyse, boyumuzdaki kızlara bardak kaldırtamadığımızı görünce, her kızı daha küçükken “gelin olmaya namzet bir fidan misali yetiştirmek” düşüncesinden ne kadar uzaklaştığımızı anlıyorum. E tabi, odalarına kadar sularını, yemeklerini taşıma cehdiyle (!) rahatlık tuzağına alıştırdığımız kızlarımız âmir gibi davranıp evin içinde annesini ezdikçe ezmesin de ne yapsın? Babasına rest çekip, annesine haddini bildirmesin de ne yapsın? On sekiz yaşına gelince aileyi türlü korkutmalarla hayatına karıştırtmasın da ne yapsın?
Bu meyanda geçenlerde bir ev ziyaretinde gördüğüm yetişkin kızların tavrıyla ilgili şaşkınlığımı anlatamam. Düşünün bir kere…Evde okumuş ve iki dil bilen üç genç kız var. Ancak eve kirden ve kokudan girilmiyordu. Annelerine karşı âmirane tavırlarını da görünce, su içmekten imtina edip evden ayrılırken, “Sizinle evlenecek erkeklere çok yazık olacak” diyesim geldi. Şimdi düşünüyorum da tek başına onlar mı suçlu bu durumdan? Evlilik müessesesini boşlayıp diplomaları geçer akçe kılan ebeveynlerde suç yok mu? El bebek gül bebek büyütülmüş kızlarımız bir anda evlilik gibi önemli bir sorumluluğun altına girince yaygarayı basıyorsa, “Ben okudum, kültürlü biriyim. Bu işlerle uğraşamam” diyorsa, suçlu kim? Bir de “Şimdilerde evini temizletir canım, oda bir şey mi?” demeyelim, zira mevzu evi silip süpürmek mevzusu değil, mevzu bir evin hanımı olabilmek ve bütün bir evi idare edecek hamaratlığa sahip olabilmekte. Sakın okumaya karşı olduğum anlaşılmasın. Evet okuyalım, evet eğitimli olalım; ama kadının fıtratına yakışan ve annelik fıtratında yaratılmış olan kızlarımızı başta anneler olarak el birliğiyle bozmayalım. Yeri geldiğinde, evlâtları için her türlü kariyeri elinin tersiyle itecek kızlar yetiştirebilelim. 
Anneler nasıl bir dünyevîleşmenin kıskacına girmiş ki; “okuyunda okuyun” diye baskı yapıyorlar. Oysa okul veya dersler pahasına maneviyattan uzaklaştırılan kızlar ne ideal eş bulabilir, ne de mutlu edebilir. Yalnızlık denilen o kıskaçta sıkıştıkça sıkışır. 
Dünyevîlik çıtasını biraz aşağıdan tutmakta fayda var. Nitekim “ideal eş” olmanın yolu unvanlardan geçmez. İdeal aile evin semti veya arabanın markasında saklı durmaz. Kibarlık eğilip bükülmek değildir. Erkeğin fıtratına ve kadının da fıtratına uygun hareket etmesidir. 
Bu bağlamda kızlarımız şunu bilmeli: “Kendimize âlim aramıyoruz, evimize ve çocuklarımıza baba olabilecek samimiyet ve tevazu sahibi eşler arıyoruz. Hâliyle de onlar el açmamamız gereken “el” değil, her şekilde ihtiyacımızı karşılayacak, bizim koruyup muhafaza edecek hayat arkadaşımızdır. 

İdeal eş (mi) aranıyor!

Son günlerde kızların geç evlenme sebeplerine değinenlerin çorbasında benim de tuzum olsun istedim.
Zira tesbit ettikleri sorunlara buldukları çözümlemeler o kadar inandırıcı ki; “haklısınız bu erkeklerle tabi ki evlenilmez” gibi bir kanı oluşmuşken, “İğneyi başkasına, çuvaldızı kendine…” demenin ihtiyacını hissetmekteyim. 
Tesbitlere değinecek olursak… Kızların geç evlenmesinin sebebi, ideal eş bulamıyor olmaları, yani küfüvlük (denklik) şartı. Bu kriter dolayısıyla erkeklerle kızların arası o kadar açılmış ki, doldurup hatt-ı mavassalayı temin etmek çok zor gözüküyor. Şimdilerde kızlarımız git gide eğitim seviyelerinin çıtasını yükseltirken, erkekler bir o kadar geri kalmış durumdalar. Haliyle bu sözde kültürlü; ama hakikatte cahil beyler evlenecek eş bulamıyor. 
Bu tesbitlere bakınca, hanım kızlarımız haklı gibi. Ama bir de erkeklerin nazarıyla baksak, acaba hakikaten haklılar mı? Sorun gerçekten kültürel farklılıklar mı, yoksa değerlerimizin değişmesi mi? Bu bağlamda, iki kız annesi olduğumdan sanırım, son günlerde kız annelerinin konuşmalarına kulak misafiri oluyorum. “Aman kızım oku. Kocana muhtaç olma. Ele, el açma. Kendin kazan kendin harca, özgür ol” diye devam eden sözler, daha çocukluk çağında başlıyor. Evlilik ve koca, el ya da bir başkası olarak kodlanıyor. Hırsların tetiklemesiyle idealler artınca da, evlilik, çocuk ve eş ideallerin önünde engel olarak görülüyor. 
Sahi, “Ben annem gibi olmayacağım” düşüncesiyle eşe hizmet etmeyi âcizlik, evde yemek yapmayı bile bir iktidar mücadelesine dönüştüren genç kızların sayısı artmıyor mu? Hele ki, “Kadın çocuğunu bile emzirmek zorunda değil” türünden önü arkası bilinmeyen sözlerle zihinler bulanmıyor mu? Yaş ve çevre, artık evlenilmesi gerektiğini hatırlatınca, göz ucuyla gelen eşler papatya falı gibi uydu uymadı denerek elenmiyor mu? Erkeklerin bayanlarda aradığı özellikler erkeklerde aranmıyor mu? “Temizlik yapar mı? Çocuk bakar mı? Gece kalkıp çocuk sallar mı? Kahvaltı hazırlar mı? Ne yaparsam yapayım, susar mı?” türünden sorularla “hayat müşterek” sözü keser misali yontuldukça yontulmuyor mu?  Yakında kızlar erkekleri istemeye giderse, şaşırmamak gerek, diye düşünüyorum. Zira erkekler evine hanım seç(e)miyor, hanımlar evine bey (!) seçiyor. 
Belki de diziler ve filmlerde veya çok okunan kitaplardaki eşler aranıyor. Ne bileyim, eskiden “kavgasız ev olmaz” denirdi. Oysa şimdilerde en ufak bir kavgada, “Bana kaşını çatmayacaksın, bana sesini yükseltmeyeceksin” gibisinden sözleri takip eden, “Ben ne yaptım”  ile başlayan cümleler ve devamında gelen kavgaların getirdiği mutsuz evlilik ya da boşanmalardan geçilmiyor. Demem o ki, kızlarımız en ufak bir derdi çekmeye bile yanaşmıyor. Belirtmekte fayda var. Dert derken, şiddetten bahsetmiyorum. Şiddet elbette tasvip edilemez. Ancak işi şiddet noktasına getirmeden önce, kişi karşısındakinin insan olduğunu unutmamalı. Yani ki, “gılman” aramamalı. Zira gılmanlar dünyada değil, âhiret âleminde yaşıyor. 
Kabul edelim, kızlar çok okuyor ve çok fazla biliyor. Ancak şunu da teslim edelim, haddini bilmeyi unutuyor. Feministliğin alâsını yaşarken, kendine toz kondurmuyor. Naiflik ve hanımefendiliğin yerini erkeksi davranışlar ve “hayt”lı “huyt”lu sözler alınca, insanın “Artık kızlar feminen erkek arıyorlar” diyesi geliyor.
Bence, “Neşeli ya da neşesiz dindar kızlar”dan önce, İslâmî evlilik modelini ve evlilikte kadınının yerini ve dahi hâlini konuşalım. Erkekleri yargılamadan önce, “Kadın(lar) kendine düşen görevi eksiksiz yerine getirmiş mi ki, erkekler eksik kalmış görevlerini yerine getirsin? İtaatte ‘sen ona cariye ol ki, o sana köle olsun’ ifadesindeki derinlik yaşanmış mı ki, erkekler cehaletle, anlayışsızlıkla suçlanıyor?” gibi soruları yürek ve vicdanlarda cerrahî ameliyat yapılırcasına sormak gerekir.
Bu hamur çok su götürür… Haftaya devam edelim.

İnsan Büyür

Öyle bir büyür ki, kendisi bile şaşırır aynada gördüğü suretine.Belki de Orhan Veli’nin, “Küçüktüm, küçücüktüm” diye başlayan Macera şiirindeki “Büyüdüm, işsiz kaldım, aç kaldım/Para kazanmak gerekti/Girdim insanların içine/İnsanları gördüm” gerçeğinin acısıdır suretine yansıyan. Böylece ilkin içinde yalınayak koşan çocuğa, kaşlar çatılarak büyüklüğe adım atılır. 
İlginçtir, kaşlar çatıldığı ve kalp yarıldığı an, zaman seline kaptırır kendini insan. Ve o anların bileşimi olan hayat, geçmeye başlar hızlıca. Bu hayatın belli dönüş noktaları vardır elbet. Öyle ki, bu dönüş noktalarında efsunlu bir şeyler olur sanki. Birkaç saat önceki kendisi olmadığını fark eder insan. Oysa değişen ne yaşıdır ne de saçlarına düşen birkaç ak. Değişen, yüreğindeki acılar ve bu acılardan öğrendikleridir. 
Yaşattıklarımız ve öğrendiklerimizin toplamından doğan kalandır bütün sermayemiz.
Dürüstlüğün, dilin ucunda olmadığını, temiz sanılan yüzlerin yalanla şekillendiğini görünce de büyür insan. Meselâ güven denilen o paha biçilmez hazineyi emanet ederken yanlış sahiplere, emaneti asıl sahibine teslim edememenin sancısıdır büyümenin diğer bir adı. Yanlış ellere teslim ettiği yüreğini, geri almak için verdiği mücadeleyle büyür bir anlamda. Kırılan kalbinin her bir parçasını yamarken gözyaşlarıyla birbirine, her yamada mazi denen o en büyük öğreticiyi hatırlamanın yanıklarıyla huzura erdirir ruhunu.
Bazen okumanın ve dahi eğitimin insanı doğru ve dürüst yap(a)madığını öğrenmektir büyümek. Her “okuma”nın kişiyi büyütmediğini tecrübe ede ede “hayırlı ilim”den kastın ne olduğunu anlamanın adıdır büyümek. 
“Allah kimseyi şaşırtmasın” düsturundaki hakikati idrak edip şaşıranlarla yarenlik etmeme zaruretine ikna olmanın ve yaşanan hayatların aslında birer ibret olduğunu görmenin adıdır büyümek. 
Belki de hayatta kazanılan tecrübelerle, “yalanın” hangi sözde ve hangi ağızda olduğunu fark ettikçe büyür insan. 
Nice temiz görünen yüzlerin ardında temiz kelimelerin kirlendiğine şahitlik ettikçe, ağlamanın adıdır büyümek. 
Bağrı yanan dillerin, “kalbi taş kesilmiş gönüllere” hiçbir şey ifade etmediğini ibretle görmemenin adıdır büyümek. 
Çeşit çeşit adlar altında ortaya çıkan “büyüme”lerin bileşkesinde, insan aşkla büyür belki de. Yanlışları, yanlışlıkları ve dahi yanlış olanları fark ettikçe, aşkın büyüklüğüne veya büyüklüğün aşkına teenniyi katık etmeli insan. 
İşin özü… hayatı teenni nazarıyla yaşayıp, Bediüzzaman’ın, “Hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırma” sözlerinin nurlu güzergâhında “dosdoğru” olmanın adı olmalı büyümek

20.6.15

Yolun Yarısı

Zaman çok hızlı ilerliyor bu aralar. Yaşım otuzlardan gün aldı, hatta kırka yaklaştım desem abartır mıyım? Yok yok sadece kabullenmiş olurum. Ama şairin deyimiyle yolun yarısındayım en gerçeği bu sanırım.
İnsan bu yaşa gelince geleceğe dair çok plan yapamıyor. Daha çok geçmişiyle yüzleşme telaşında. Biriktirdiği hatıralara acılı tebessümler ile bakıyor. Ve yaşadıklarına, yaşattıklarına şaşırıyor.
Birde ağlamalarım sıklaştı. Neredeyse gördüğüm herşeye ağlıyorum ve babamı yeni yeni anlıyorum.
Bu yaşıma gelene kadar pişmanlıklarım çoktu. Şimdilerde ise pişmanlıklarımın yerine "varmış bir hayrı" diyorum. Anlıyorum yaşadığım her şey şimdiki hayatım için merdivenmiş sadece.

Bu hayatı şimdiki aklımla yaşamaya kalksaymışım kendime çok zararım dokunurmuş.

Biz yeni dostlar

Dosta dair yazıları okudukça içim sızlar hep. Eski zamanlarda dostlukların nasıl yaşandığını, yıllar sonra dahi hatırlayıp, hasretle nasıl anılabildiğini merak ederim.
Çünkü şimdiki gibi değildi hiç bir şey. 
Mesela insanlar birbirini senelerce göremezlermiş. Seslerini bile duyamaz. Ayda bir kere yazılan mektuplarla hasret giderirlermiş.
İnternete, sms’e inat iki haftada giden, ancak saatler harcanıp, sayfa sayfa yazılıp, hemen hemen her şeyin anlatıldığı, sevgi kokan mektuplar. Bu mektupların güzelliğini ise Ahmet Hamdi Tanpınar’ın nişanlı iken eşine yazdığı mektuplardan derlenen “Sevgi mektuplarını” okuyunca daha bir anladım. Eski mektupların güzelliğini, içine konan saf sevgi ve yürekleri. O zaman diyorum ki; eskiden aşklar bile bir başka yaşanırmış.
Ancak bu kadar imkânsızlığa rağmen sürekli artan, birbirlerinin dualarına hep misafir olan kadim dostlar olmuşlar.
Biz yeni dostları düşündüm. İstediğimiz her anda arayıp görüşebildiğimiz, arkadaşlarımız var. “Nasıl değiştin mi?” demeden yüz yüze görebildiğimiz internet nimeti. 
Aynı şehirde de olsak gönderilen cep mesajları. Ne kadar uzak olursa olsun ulaşabildiğimiz sevdiklerimiz. Ancak bu imkânlara rağmen arayamadığımız, unutabildiğimiz, dünyevî  meşguliyetlere karışıp sonralara bıraktığımız sevdiklerimiz. Tabii bunu karşılığında da kırılan yürekler. 
Kendime böyle kızarken, sitemlerine sürekli maruz kaldığım bir kaç dostu aradım. Eskilerden söz ettik. Yaşanmışlıklardan, ayrı iken kalbimizi acıtanlardan. Ve telefonu kapatırken içimde incecikten bir şeyin sızladığını hissetim. İnsan ne kadar kendine yetse de, aynı duygu ve aynı şuura sahip hemcinsiyle paylaşımını kimseyle yaşayamıyor. Ne eş, ne anne, ne baba, ne kardeş. “Dostum, arkadaşım” dediği kişilerle olan sohbetlerin tadını, paylaştığı sıkıntıların ardından yaşadığı iç huzuru başkası veremiyor.  
Anneme ve artık gençliğini geride bırakan teyzelerime bakıyorum. “Ah eskiden böyle miydi ya.” deyip, yaşadıklarını ballandıra ballandıra anlatıyorlar. Zaman ne kadarda çabuk geçmiş onlar için. Yaşlarını duyunca çok büyük geliyor. Kendimce hesap yapıyorum. Ne zaman o yaşa gelirim diye. Bu halime gülüyorlar. “Bizde senin gibiydik. Ama göz açıp kapayıncaya kadar geçti zaman.” diyorlar. 
Şimdi uzaklarda olan sevdiklerinden bahis açılıncada gözlerinin içi parlıyor. Sonra kendime bakıyorum benim gözlerim parlamıyor, onlar gibi tatlı tatlı konuşamıyorum. Ve sanırım bütün haberleşme araçlarını kullandığım halde, eski dostların mektuplarını kıskanıyorum. 
Bir dostuma mektup yazmaya karar verip, bitiremeyişime, postaneye gidip atmayı düşününce daha bir yavaşlayan yazıma içerliyorum. 
Dedim ya, biz adı üzerinde yeni dostlarız. Hayatımın üzerinden gençlik baharı henüz geçmedi, yeni yeni uğruyor bahar meltemleri yüreğime. Özlemeyi öğrenmemişim. Bu sebeple acele ediyorum, kıymet bilmiyorum. Annemin “Ah kızım ah siz daha ne görüdünüz? Hele bir ele karışın” sözü yavaş yavaş cisimleşiyor 
Eskiden dostlar birbirlerine karşı nasıl bu kadar vefalı ve şefkat doluydu? Bu kadar mesafeye rağmen nasıl tükenmiyor Bir duaya mutlaka konuk oluyorlardı? diye sormadanda edemiyorum.
Aklıma Bediüzzaman Said Nursî ‘nin şu sözleri geliyor. Ve bütün sorularım cevaplanıyor. “Bir şehir, bir memleket, belki küre-i Arz, belki dünya, belki âlem-i vücud iki hakiki dost için bir meclis hükmündedir. Böyle dostluk ve kardeşliğin firakı yok, hep visaldir. Fani, mecazi, dünyevi dostluklar sahipleri firakı düşünsün, bize ne..” (Barla Lahikası, s.140) 
Saadet Bayri

Bir Varmış…

Bir zamanlar televizyonun zararlarını konuşuyordu uzmanlar. Bu konuyla alâkalı o kadar çok araştırma vardı ki; korkutmaya başlamıştı anlatılanlar.
“Uzun saatler izlenirse zararları şunlar. Sınırlı izlenirse faydası bunlar. Çocuklar için çok zararlı. İzlemesi ve izlememesi gereken yaş grupları…” türünden çeşit çeşit görüş ve öneri vardı. Sonrasında ise programlara hangi yaştakilerin izlemesi gerektiğine dair işaretler kondu. Faydası oldu mu? Kısmen…
Evinde televizyon olmayanlar ise bu durumdan hisse çıkarıp televizyonlu evlere söylendi durdu. Dost meclislerinde izlediğimiz dizilerden, şov programlarından bahsedilerek bilmeyenler ayıplandı. 
Evet,  büyüdük ve herşey değişmeye başladı. Televizyon izleyenler, izlemeyenler tartışmasını çok şükür biraz azaltmış durumdayız. 
Zira artık nur topu gibi bir sorunumuz doğdu: İnternet. Tamam, zaman teknoloji çağı. Akıllı telefonların, tabletlerin, notebookların kol gezdiği bir döneme girmiş bulunmaktayız. İşi olan olmayan hepimizin evinde internet var. Olmayanlar bir şeylerin eksikliğini hissediyor.  Velhasıl, “Aaa! Sizin netiniz yok mu?” ile başlayan cümle uzayıp gidiyor.
Bu konuşmalarla karşılaşınca, internetimiz olmadığı için dünyanın en cahil insanı sanıyoruz kendimizi. O kadar çok şey kaçırmışız ki, neler kaçırdığımızı fark etmemişiz bile. Ama çoğu zaman fark etmediğimiz şeyler de var. O da, saatlerce teknolojiyle haşir neşir olanların başına gelen hastalıklar, depresyonlar türünden hastalıkların var olduğu gerçeği…  Öyle ki, “Şu kadar saat nette kalmanın zararları, olmadı şu sosyal içeriği kullanmanın zararı” diye başlayan envaiçeşit tez konusu. Artık dost meclislerinde paylaşımlarımızdan, oynadığımız oyunlardan ve başımızı kaldıramadığımız telefonlardan bahsediliyor.
Bu salgına karşı, şimdilerde akıllı telefonu mobil internetsiz kullanıyorum. Ama bunu fark edenler “Akıllı telefon internetsiz kullanılır mı?” diye başlayan cümleyle, beni ikna etmeye çalışıyorlar. Bakıyorum da yıllar geçtikçe kullandıklarımızın ismi değişiyor, hastalıklarımız ise hemen hemen aynı. Yani ki, sabaha kadar televizyon izleyen babanın çocukları sabaha kadar internetle meşgul. Günlük pembe dizisini kaçırmayan annenin kızı ınstagramdan dakika dakika ne yaptığını paylaşıp, diğerlerine bakıyor.
Çocuğunun ders çalışmadığından dem vuran hanıma, “Affedersiniz, ama merak ettim. Siz kitap okuyor musunuz?” diye sorma ihtiyacı hissettim. “Okumayı çok istiyorum, ama vaktim yok” cevabını alınca, dayanamayıp “Siz niye bu kadar üzüldünüz. Tıpkı sizin gibi çocuğunuzun da vakti yok” diye eklemeden edemedim.
Aslında “Bize ne oluyor?” sorusunun cevabını uzakta aramaya gerek yok. Babamız ve annemiz ne ile meşgul ise, biz de şu anda o işle meşgulüz. Bizleri seyrederek büyüyen çocuklarımız da muhtemelen aynı işlerle meşgul olacaklar. Eğer bir yerde bu döngü değişmezse, böyle sürüp gidecek. 
Saadet Bayri

18.5.15

Temizlik takıntısı

Bu ara sıkça dikkatimi çeken konu şu: Uzun yaşamanın sırları…
Uzun ve sağlıklı yaşamak için yapılması gerekenler, listeler halinde veriliyor. Kansere yakalanmamanın püf noktaları, hangi hastalığa neyin çare olacağı o kadar çok ki, okumak bile sıkıyor bazen. 
Sağlıklı yaşamanın sırlarını verenler her yerde bu aralar. Sabah programları onlarla süsleniyor. Onların olmadığı programlar izlenmiyor gibi. Twitter, Instagram gibi sosyal medyada ise takipçileri oldukça fazla.
Bu kadar ilgi ve merak “Uzun yaşamak istiyorum; ancak hasta olmak istemiyorum” diyenlerin ne kadar çok olduğunu gösteriyor. 
Oysa formül gayet basit: “Kimyasaldan uzak dur, mutlu ol.” Kimyasallar günlük hayatımızdan çıkarken, tabiî ürünler, yani babaanne ürünleri ise yavaş yavaş hayatımıza giriş yapmaktalar. 
Bir gazete kupüründe; kullandığımız çamaşır sularının bedensel sağlığımızın yanı sıra, ruhsal sağlığımızı da etkilediğini ve bu durumdan dolayı depresif insanların sayısının arttığı yazıyor. Detayları okuyunca, temizlik uğruna bedenimize verdiğimiz zarar sayfalarca… Ki bu ürünlerden, boyları kısa olduğu için en çok etkilenen ise çocuklar… 
***
Bunun yanında, iş ve türevleriyle kendi dengesini bozmuş kadınlarımız ise git gide artıyor. Akşama kadar evin neresi kirli, neresinde toz var? Neresini dezenfekte etsem, diye uğraşıp bütün huzurunu altüst eden bu kadar yoğunluk içinde evin yeniden dağıldığını fark edince cinnet krizleri geçirenler ise, azımsanmayacak kadar çok. 
Sırf evi dağıtmasın diye televizyon başına oturtulan, elbisesi kirlenir diye sokağa çıkartılmayan. Parkta annesine “Kumlara basabilir miyim?” diye izin isteyen çocukların sayısı ise gün geçtikçe artıyor. Öyle ki, üç yaşındaki kızının “İlk defa bugün kuma bastı. Hayret doğrusu. Elbisesi kirlenir diye basmıyordu” diyen annenin gözlerinin içindeki mutluluğu görünce içim ürperdi. Titizliğinden dolayı, kumlara basmayan bu kız çocuğu annesi için gurur duyulacak bir hâldi. Oysa ağlanacak bir durumdu benim için. 
Ne bileyim; su birikintilerine basmak için yol değiştirdiğim zamanlarım ve saçlarından tek tek temizlediğim kumları hatırlayınca, çocuk olmanın ne demek olduğunu anlamaya çalışıyorum bütün bunları yaparken.
Temizlik takıntısı hastalık olarak çıkıyor karşımıza. Bu hastalığı yenmenin, çocuklarımızın ve kendi ruh sağlığımızın bozulmamasının çaresi ise genişlemek. Bana kalırsa bu tahammülsüzlükle daha adını bilmediğimiz birçok hastalık yaşayıp tanıyacağız. 

Emanet bilinci

Havalar ısındıkça sokağa çıkmak daha keyifli olmaya başladı. Altı yaşındaki kızım ise “Neden” diye başlayan envaî çeşit soru sorunca, hepsini cevaplamak bana düşüyor.
Sorulan bir soruya “bilmiyorum” dediğimde, “Ama sen annesin, nasıl bilmiyorsun?” sorusu ilginçti. “Anneler her şeyi bilmek zorunda değil bence” cevabım ise anlaşılmasa da devamını getirmedi. Her şeyi bilmek ve her şeyi bildiğini sanmak büyük yanılgı elbet. Ebeveyn olarak her soruya cevap vermek, bilmesen bile bir çok detay anlatmak çocukların kafasını karıştırmaktan öteye gitmiyor. 
Bir anne olarak bilmediğimi itiraf etmenin dayanılmaz hafifliğini yaşarken, “Ama öğrenebiliriz” cümlesiyle bunun bir çözüm olmadığını fark ediyorum. Yürümeye başladığımız caddenin başında elinde telefon olan bir bayanla karşılaşıyorum. Elinde ise çeke çeke götürdüğü bir çocuk. Bu anne beni fark etmiyor; ancak benim ilgimi çekiyor. Yanında sapsarı saçları ve yemyeşil gözleriyle 5-6 yaşlarında olduğunu düşündüğüm erkek çocuğuyla yolu arşınlıyor. Çocuk etrafına bakarken geç kalıyor adımları, anne telefonla uğraşırken fark edemediği adımları uyuşmuyor birbiriyle. 
Biz ilerliyoruz. Gördüğümüz her şeyin sebebini açıklıyoruz. Sebebini soruyoruz, bir de yorum yapıyoruz. Annesinin yorumunu beğenmeyince kızım: “Ama ben senin gibi düşünmüyorum. Bence…” diye başlayan cümlenin akabinde, “Sen az önce böyle demiştin” diye uyarıcı konuşmalarla geçiyor zaman. Bir saat gibi bir zaman sonra aynı hanımla başka bir caddede karşılaşıyoruz. Ama durumlarında değişen hiçbir şey yok. Annenin elinde telefon, çocuk ise etrafına bakıp kendince yorumlama telâşında. 
Üzülüyorum… Kızımla aynı yaştaki bir çocuk, bir kelime konuşamıyor annesiyle. Oysa onları ilk gördüğümüz andan bu âna kadar ne çok şey konuşmuştuk kızımla. Bu yavru ise susmakla imtihan oluyordu. Belki sorduğu sorulara aldığı tek kelimelik cevaplardı onu susturan. Ya da dinlenilmediğini fark ettiği için vazgeçmişti sormaktan.
***
Çocuklarımız ellerimizdeki mekanik aletlerle avuçlarımızdan kayıp giderken. Yaşlarımız ilerlediğinde ise bizi aramayan, hiçbir derdimizle ilgilenmeyen, gözyaşlarımızı görmeyen bir nesil gelecek. Ve tek başına yaşlanırken belki de “ben ne yaptım” diye sorduğumuzda cevabını hatırlayamayacağız. “Ne ekersen onu biçersin” darbımeseli ne uygun düşer bu hale.
Farkında mısınız, başını ellerinin arasına almış, sevgisizlik ve ilgisizlik yüzünden duygularını iptal etmiş, vicdanını duymayan bir gençlik yetişiyor. 
“Benim ilk tesirli muallimim annemdir” diyen Bediüzzaman Hazretlerinin, “Meslek ve meşrebimin dört esasından olan acımak ve merhamet etmeyi validemin fiil ve halinden ve manevî derslerinden aldım” ihtarı ise bize büyük bir düsturu gösteriyor.
Öyleyse diyebiliriz ki, merhamet ve şefkat görmeyen bir çocuk, merhametsiz ve acımasız bir yetişkin olur. Ve sonra döner en büyük merhametsizliği validesine gösterir.
Emanet şuuru ve bilinci her hal ve anda imdadımıza yetişir düşüncesindeyim.

2.5.15

Öğlen namazına nasıl kalkılır?



Her türlü fikri anlayışla karşılamak gerekiyor. Sonrasında ise “Ben bu konu hakkında böyle düşünüyorum” demek medeniliğin en güzel örneğini teşkil eder.
Malûmunuz, teknolojinin her tarafta kol gezdiği bir zamanda yaşıyoruz. O kadar ki, cep telefonu kullanma yaşı ilkokullara kadar düştü. Tablet deseniz, elimizde olsa, yeni doğan bebeklere vereceğiz. Eskiye oranla çok şeyler değişti. Makinalar hayatlarımızı rahatlattı. Rahatlatmakla kalmadı; daha çok zaman dilimleri açtı bize. Çamaşır, bulaşık, süpürge derken, hayatımız git gide kolaylaşıyor. Bu rahatlığın içinde biz de rahatımıza düşkün hanımlar oluverdik. 
Bundandır ki, son zamanlarda “sabah namazına nasıl kalkılır?” türünden konuşmalar yerine, “Öğle namazına nasıl kalkılır?” türünden konular konuşulmaya başlandı. Nitekim bu kadar rahatlığın içinde hayatımızı uykunun elinden kurtaramayınca hiçbir iş zamanında yetişmedi. En ufak bir huysuzlukta eline tablet tutuşturulan ve cep telefonun en aktivitelisini seçen annelerle, çocuk büyütmek epey kolaylaştı (!) Peki geride ne kaldı? Aslî görevi nesil yetiştirmek olan kadının, aslî görevinden uzaklaşması kaldı.
***
“Oku, hayatını kurtar” diye yetiştirdiğimiz kızlarımız şu anda üniversitelerdeler. Zaman su gibi akıp geçiyor. Bir dönem başörtümüz için yıktık her yanı. “Örtümüzle okumak istiyoruz, çalışmak istiyoruz” diye meydanları inletiyorduk. Peki niçin? Elbette bize dayatılan ilmi paraya tahvil etme psikolojisinden. Bunun yanında, biliyorduk ki, bayan doktor olmadığı için başka şehre gitmek zorunda kalan nice bayanlar vardı. Ve o nicelerinden bazıları, geç kaldığı için bebeğinde ömür boyu kalacak olan bir beyin hasarıyla evine döndüğünü de. Dahası, bayan avukat bulduğu için kendini ifade ettiğini ve haklılığının daha iyi anlaşıldığını savunan nice ihtiyaç sahibi hanımlar vardı.
Bunlar varken, okullarını bitiren ve çalışmaya başlayan genç kızlarımıza nasıl bir yol çizeceğiz? Şimdi bu kadar hanımı eve kapatmak ya da “Haydi evinize dönün” demek pratiğe ne kadar uygundur? Aklî bir yönü var mıdır? Bütün bunlara rağmen, “Kadının yeri, erinin yanıdır” diyenler harika bir eş olabilir; ancak diğer yandan her gün eziyet gören ya da eşi vefat eden hanımların varlığı da unutulmamalı. Bu hanımlar çalışmak zorunda kaldığında, “nasıl bir çalışma ortamında çalışacakları” hesap edilmeli.
Evet, gönül ister ki kadınlar evlerinde çalışsın. Gerek el emeği, göz nuru işlerde; gerekse de çoluk çocuğuyla oynarken verdiği mücadelede. Ama ondan önce çalışan hanım arayan bekâr gençlerimizin aklına bu fikri kimin soktuğunu konuşalım. Başörtüsü mücadelesini tamamlamak için başını açmayıp evinde oturan kızların tahsilli erkekler tarafından tercih edilmeyip, dengi olmayan beylerle yaptıkları evliliklerini konuşalım. Üniversitede “açık bayanları hidayet edeceğim” düşüncesiyle evlilik yapan  “ağabeylerin” oğullarını konuşalım meselâ. Sonra da “kadın çalışmalı mı çalışmamalı mı?” konusunu tartışırız...
Demem o ki, bu ve bunun gibi birçok gerçeğe gözünü yummak ve atıp tutmak kimseye bir fayda sağlamaz. Sizin kurduğunuz güzel yuva, hayırlı eş haliniz diğer tarafta aşağılanan kadının yarasını sarmaz. “Ne yapmalı? Nereden başlamalı?” deyip tartışmak daha yerinde olur. 
Ha unutmadan, yüzde doksan dokuzu Müslüman (!) olan Türkiye’de hikmet-i hükümetin icraatıyla Türkiye’de 25 yaşından sonra kızlar babalarının sigortasından faydalanamıyor. O halde, 25 yaşına kadar ya evlenmeli, ya çalışmalı ya da okumalısınız.
“Benim babamın maddî durumu iyi bunlara hiç gerek yok evimde otururum” derseniz, bu da bir tercih. 
Bu konuyu da hatırlatmak istedim…

Saadet Bayri

22.4.15

Kadınlar çalışmalı (mı)?


Bu aralar kadınlara dair yazılar ilgimi çekiyor. Kitaplar, hikâyeler, röportajlar, söyleşiler… Enva-i çeşit söz ve yazı dolaşıp duruyor etrafımda. Yapılan yorumlar gırla… Yerden yere vuranlar, başının üzerinde taşıyanlar…
E! tabi erkeklerin de ihtisas alanı bu konu. Yazdıklarından, eleştirdiklerinden yola çıkınca, kendimi onların kaleminden okumak şaşırtıyor bazen. Ancak tavsiyelerini ve yorumlarını çok içselleştiremiyorum. Yaşamak ve gözlemlemek birbirine o kadar uzak iki kavram ki…
Sorum şu: İnsan hiç yaşamadığı bir duyguyu nasıl ifade edebilir? Sizi bilmem; ama hiç evlenmemiş bir evlilik terapisti ve hiç çocuğu olmamış bir pedagog bana samimî gelmiyor. Çok zorluyorum kendimi, yazdıklarını okumak için; ama satır aralarındaki ütopyalar ve sertlikler içimi çiziyor. Evet, bekârlarla evliliği, anne olmamış hanımlarla anneliği konuşmak hep zor gelmiştir bana. Öyle ya, bekâr gençler harika bir eş ve harika bir evlilik yapacaklarına olan inançlarıyla, henüz anne olmamış hanımlar ise tanıdığı hiçbir anneye benzemeyeceği tesellisiyle mutlu olurlar. 
Ancak yaşanması gerekenlerin zamanı gelince, acı bir gerçek çıkar karşımıza: Bilmek yaşamak için yetmiyor her zaman.    
***
Bu bağlamda, bir de “çalışan hanımlar ve çalışmayanlar…” diye devam eden ve hangisinin muteber olduğuna karar verilemeyen bir durum var. Ama ondan önce çalışmayan ev hanımlarının gerek dizilerde, gerek sosyal hayatta karşı karşıya kaldıkları durumlar ise başlı başına çalışma konuları. Çalışan annelerin anlattığı envaî çeşit zorluk ve başa çıkmaya çalıştıkları birçok iş… Ev hanımlarının keşke ile başlayan şikâyetleri... 
Çalışan anneler neden çalışmak zorunda olduklarını anlattıktan sonra, geçirdikleri kaliteli vakitleri, çalışmayan anneler de kendi çocukları için yaptıkları fedakârlığı anlatıp dururlar. 
Bana kalırsa her iki tarafın da kendine göre haklı sebepleri var. Oysa benim takıldığım nokta “çalışmalı yâ da çalışmamalı” meselesi değil. Oğluna çalışan gelin arayan, çalışmayan kayınvalideler… Yani ki gelinin bitirdiği üniversite ve işi ile kendine bir paye çıkarmaya çalışan bu kayınvalidelere takılıyorum. 
Ve bazen sormak istiyorum: Bu neyin acısı teyzem? Çalışmamak, ev hanımı olmak sizi nasıl bu kadar acıttı ki, bu düşünceye ulaştınız. Verdikleri cevap hepimizin bildiği şey:Hayat şartları… 
Bana kalırsa hayat şartlarından önce, “dünyevîleşmenin sırtımıza yüklediği lüks hayata isteği, komşular ve akrabalara yaşatılacak haset hisleri” 
***
En tesirli söz, kişinin lisan-ı haliyle konuşmasıdır. Bizzat yaptıklarını anlatması. Yâ da susmayı bilmesidir. 
Sahi, bir dost meclisinde çalışan hanımların sıkıntılarını ve kadınların evine dönmesi gerektiğini anlatan çalışan hanım ablama, “Ama siz de çalışıyorsunuz hem de yıllardır. Hâlen de çalışmaya devam ediyorsunuz. Bunu nasıl açıklayacaksınız?” diye sorsa mıydım acaba? Hem sorsam, “Benim çalışma şartlarım çok iyi. Namahremden uzak bir ortamda çalıştım ve çocuklarımı da bu ortamda gayet rahat büyüttüm” cevabını alacaktım zaten. 
O hâlde cevabı beklemek yerine, gerek konuşmalarımızda gerekse yazılarımızda çok net yorum yapmaktan imtina etmeliyiz. Sertlik yerine ılımlı olmayı tercih etmeliyiz.
Yani ki, “Kadınlar asla çalışmamalı. Kadınlar kesinlikle çalışmalı” türünden sözler yerine, her iki anlayışın vasat halini nazara almayı daha sağlıklı görüyorum. 

Saadet Bayri

15.4.15

Unutursun Zamanla


Hayatımı dev bir resim olarak düşünürüm bazen. Elimde kocaman bir palet, sürekli değiştirir dururum.

Mesela ruh halime göre değişir yağışı yağmurun. Bazen kısa çizgiler bazen simsiyah noktalar… Bulutlar artar kimi yerde, kimi yerde gökyüzü bomboş… Neredeler, merak bile etmem. 
Kulağımda yıllardır dinlediğim bir fon… Her şey değişmiş bir değişmeyen bu tını kalmış ağır ve hazin. “İnsan değişir” diyor bir şair. Değişen sadece beden mi? Bir lisenin koridorlarında koşan genç bir kız. En sevdiğim müzik arabesk… Sanıyorum ki ömrüm boyunca hep bu şarkıları dinleyeceğim. Şimdilerde aklıma bile gelmiyor hangi şarkılardı ezberlediğim. Öyle ya, hayallerim  vardı. Ve bu sebepten, erken söndürürdüm ışıkları.
Büyürken değişti isteklerim. Dualarım başka zamanlardan haber veriyor. Okuduğum kitaplar inceldi, söylediğim şarkı kalınlaştı. Keşke dediğim her şeye kavuşmanın acı tadı kaldı dilimde. Ve yetişemediğim saatler, bitiremediğim günler kaldı payıma. Bir de ışıkları söndüremeden daldığım uykular…
‘Asla’ diyerek direttiğim her şeyden vazgeçtim. Büyüdükçe ağladıklarıma güldüm. Hüzünlerime şaşırdım. Şaşırdıklarım ise kocaman bir hiç olarak duruyor ellerimde. Anlamsız hatıralar biriktikçe heybeme, geçmişim sırtımda ağırlaşıyor. Hareket edemeyince, teker teker kurtuluyorum yüklerimden. En zoru ise, hangisini önce atmalıyım kavgası.  
***
Gençlere çok kızıyor benim şehrimdeki büyükler… Sanki hiç çocuk olmamış, gençlik çağını yaşamamış, sevgi bahçesinden elma çalmamış. Bir tebessümü yıllarca hatırlamamış gibiler. Öyle katı, öyle hissiz ve sertler. Yollarda yürürken, otobüse binerken, sahilde otururken… Hiçbir şey yapamasalar bile, dudak büküp anlamsız anlamsız bakıyorlar o gencecik masmavi yüreklere. Ben ise onlara tebessüm ediyorum. Hayallerine yetişmek için parmaklarımın ucuna basıyorum. Uçuşan saçlarına huzurla dalıyorum. Eskisi gibi koşmasam da, kuşların peşinden koşan çocukların peşinden koşuyorum.
Evet, bağıra bağıra “bende bir zamanlar sizin yaşınızdaydım” demek istiyorum. Sevgiden bahseden, sevgiyi anlamaya çalışan gençler görüyorum çevremde. Gözlerim nemleniyor. Ve fark etmeseler de, söyledikleri şiirleri duyabiliyorum.
Ah ânlarım! Seninle iken herkes ve her şey ne kadar ulaşılmaz ve imkânsız. Zamanla alışkanlık ipiyle bağlanıyor bütün heyecanlarımız. Ve fonda hüzünlü bir ses…
“Unutursun için yana yana  Unutursun ölüm sana bana  Zaman basıp kanayan yarana... Unutursun unutursun.”
Saadet Bayri