22.2.12

Hayatın kıyısında çocuk olmak


Hastane ve doktor… Hiç hoşlanmadığım hâlde, bu ara sık karşılaştığım ikili. Ev sakinlerinin sayısı arttıkça, hastaneye gidişlerim de bu sayıyla orantılı bir şekilde artış gösteriyor. Kendi hastalıklarımı tabiî yöntemler ya da evdeki ilâçlarla iyileştirmeye çalışırken, kızım söz konusu olunca aynı rahatlığı gösteremiyorum. Biraz burnu aksın, birkaç defa öksürsün “Ne olur, ne olmaz” diyerek, doktorumuzun kapısında sıra beklerken buluyorum kendimi.
 Doktor ve ilâç isimlerine pek dikkat etmem. Çok da ilgi alanıma girmez bu tür konular. Ancak konu çocuk hastalıkları ve çocuk doktorları oldu mu, dikkat kesiliyorum bu günlerde. Öyle ki hastaneye gitmeden önce evdeki bütün ilâçları gözden geçirip, isimlerini hafızamda tutmak için birkaç kere tekrarlıyorum. Bu hâlimi fark edince de, “Birini kendinden çok sevmek ve önemsemek bu olsa gerek” diyorum kendi kendime. Ve telâşlarımın yinelenerek, bitmeyen bir tedirginlik hâlini almasını şaşkınlığın verdiği garip bir tebessümle karşılıyorum.
Hastanede geçen zaman dilimi ise tam bir komedi.
Tek başıma olduğum zamanlarda tuhaflıklar peşimi bırakmaz. Muayene olmak için sıra beklerken kimseyle konuşmam. Sorulan sorulara da kısa cevaplar verip, sıramın gelmesini sessizce beklerim.
Ancak bu durum, çocuk polikliniğinin önündeysem değişiyor. O huysuz hemcinsim gidiyor, yerine susmak bilmeyen başka biri çıkıp geliyor. Bütün ebeveynlerle kırk yıllık dostuz. “Senin çocuğun kaç yaşında?”, “Hayırdır, neyi var?”, “Ahh! Bizde de aynı sorun var” derken doktoru, hemşiresi, hastanesi, ilâcı gibi öğrendiğim çeşitlemelerle dolu hayatlar.
Bazen keyfim olmuyor, izlemekle yetiniyorum. Canlı bir sinema salonundaymış gibi hissediyorum kendimi ve bu ânın keyfini çıkarıyorum. İşte, seyirlerimden biri daha karşımda. Kim bilir nasıl bir ayrıntı yakalayacak beni, diye düşünürken yaşlı başlı bir amca çekiyor ilgimi. Gelini ile beraber torununu getirmiş, muayene olmak için sıra bekliyorlar. Bu bekleyişte dört yaşlarında bir çocuk ilgisini çekiyor. 
Ayağındaki ışıklı ayakkabılardan konuşmaya başlıyorlar. Ayakkabılardan birinin ışığı yanmadığı için ve nasıl tamir edeceğini anlatıyor yaşlı amcamız. O kadar güzel bir sohbet ki bu, içim kıpır kıpır oluyor. Kocaman bir adamın içindeki çocuğu görüyorum. Gözlerinin içi gülen bir çocuk bu.
Ayakkabısını arkadaşı giyerken bozmuş. “Babana söyle de tamire görürsün ayakkabını” diyor amca. Çocuk annesine dönüp “Anne ayakkabımı tamire götürelim mi?” diyor. Küçük hanım “tabi” diyor sessizce. Yüzünde şefkatten parlayan bir gülümseme.
“Babanın arabası var mı?” diye devam ediyor yaşlı amca. “Yok” diyor çocuk, “Nuri Ağabeyimin arabası var. Bizi buraya da o getirdi.” diye eklemeyi ihmal etmiyor. Bir çocuk hayalinin çalıkuşu misali daldan dala atlayışının verdiği eğlenceli hâlinden midir bilinmez, adam ve çocuk kahkahalarla hayatlarını birbirine katık eyliyorlar.
Amca durur mu, sormaya devam ediyor: “Anneannen var mı senin?” Çocuk, havaya kaldırdığı başını yarım bir kavisle “cık” diye cevap vermekle yetiniyor.” “Peki deden?” “Cık” “Hım… babaannen var öyleyse” sorusu çocuk saflığının “cık” ifadesiyle cevaplanacakken, çocuğun yanındaki genç bayan hafif doğruluyor ve çocuğun elinden tutup “Haydi gidiyoruz” diyor.
Giderayak yaşlı amca belli ki meraklanmış, “Dedesi var mı?” diyor. Kız arkasını dönüp sessizce bu soruyu cevaplıyor. “Amca ben çocuk esirgeme görevlisiyim...”
Saadet Bayri

Hiç yorum yok: