30.4.08

Sahi Aşk Neydi?

Yanılırız…
Oysa, bazen yanıldığımızı fark edemeyiz.
Bekler dururuz, şarkılardaki gibi bir aşkı. Sevgi gelecek, çarpışacak bizimle. Sonra ya kitaplarımız düşecek ya da market dönüşü torbalarımız. Eğildikten sonra,"Pardon, affedersiniz" denecek ve başlayıverecek film gibi her şey.
Biz hayal edilen sevgili, karşımızdaki yıllardır bizi arayan âşık.
Biraz rüya gibi yani.
Sonra uyanınca rüyadan, ne torba olur elimizde, ne de yere dağılan kitaplar. Hayallerden kalan ise, hiç bitmeyen bir umut. Ve hatırlandığında, hep yüzü olmayan bir sevgili…
Düşünüyorum da; eskiden şarkılar hayatlarımıza uyardı, şimdi biz hayatlarımızı şarkılara uydurmaya çalışıyoruz.
"Bizim" dediğimiz şarkıya uysun diye hâlimiz, olmadık şeyleri yapıyoruz. Oysa sevgi, karşıya geçince bize çarpan arabadan inecek kişi değildi ya da sohbet odalarında yazışıp, hayaller kurduğumuz ve sanal aşka sanal mersiyeler düzdüğümüz gibi de değildi.
Peki, neydi aşk?
Aşk karşılıklı anlayıştı.
Minik ayrıntıları göz ardı etmeden yaşanan, fikirlerin uygunluğuyla süslenmiş bir duyguydu.
Ve en önemlisi şefkatti.
Sevgi paylaşıldıkça artmalıydı. Hayatın acılıklarına karşı dayandıkça gelişmeli, eksikliklerimizi gördükçe de nefret değil, şefkat sözcükleri dökülmeliydi dilimizden. Ayağı taşa değdiğinde bile, sevgilinin yüreği telaşa düşmeli, gözünden bile esirgemeliydi onu.
Bunun için “Birbirinizi cennete götürmeye vesile olsun sevginiz” demiş eskiler.
Öyle ya!
Seven sevdiğinin sadece dünyasını değil, âhiretini de düşünmeliydi.
Yani aşk şefkatin kucağında olgunlaşırdı aslında.
Şefkat olmadan ıztırap yüklü bir topal kalmaya mahkumdu aşk..
Yani aşk; şefkatle birleşmedikçe, yakan bir ateşten başka bir yere varamazdı içimizde.
Ve devamında: “Bana bakmayan yar, Allah belanı versin." deyip, çekip vurmak… Ya da" Ya benimsin ya da toprağın" türünden arabesk şarkı sözlerinde drama dönüşürdü bu en yüce duygu. Yok yok, "İçiyorsak sebebi var" türünden iğreti sözlerle, elem ve keder dolu âcizliğimizi dillendirmek değildi aşk.
Gerçek şu ki, bizler aşkın tanımını değil, mânâsını unuttuk yahut kaybettik.
Kitap satırları arasından " ey aşk beni tara" türü bir edebiyat gelişince mesela, modern Mecnun ya da Leyla oluverdik her birimiz. Kaldırım çöllerinde gezerken, bir maymun iştahlılıkla manasından soyulmuş “Leyla ve Mecnun" edasıyla benliğimizi tatmin etmekten başka bir şey yapmadık.
Ah, “Ben” vadilerinin vazgeçilmez savaşçısı olmaktan hiç vazgeçmeyen ben… Başkasının yüreğine talip olduk, daha kendi yüreğimizi tanımadan, başkasının yüreğinden ne istediğimizi bilmeden.
Sahip olunca da bir yular takıp yerlerde gezdirdik. Güya "Seven sevdiğini yerden yere vururmuş" Öğrendiğimiz en yanlış gerçekti bu. Oysa, seven sevdiğini başının üzerinde gezdirmeliydi, yapamadık
”Biz” kavramını öğrenememiş bir yüreğin, başka bir yüreği tamamen sahiplenme yanılgısından başka bir şey değil bu yanılgımız. Değil mi ki, bu yanılgının ardından: acı, gözyaşı, isyan ve her güne kahreden “ben” olarak kalmıştık geriye; o hâlde kaybettiğimiz ve tamamen silikleştirdiğimiz bir "öteki "kaldı aşkımızdan geriye de.
Oysa "sevgi insanı insan yapar." demişti eskiler.
Biz "ben" diye diye insanlıktan çıkacak hale geldik kabuğundan soyulmuş sahtekâr aşkımızla.
Ve bize düşen; Geç kalmamalıyız ve idrak etmeliyiz "biz" demek olduğunu sevgiden kastın. Yılların verdiği beyaz boyaların üzerine, ağlamayı yeğlemeden…
Saadet Bayri

26.4.08

Bu bir serenattır

Yüzümde bir tokat izi, bir kaç damla kan dişlerimin arasında. Suç; arkasını dönmüş gidiyor. Sahip aramaktan yorgun, bacakları titriyor. Acı; nefes nefese geldiğinden, hissedemiyorum henüz. Ruhum şaşkın, "ne yapsam?" diye, viran bir şehrin başında bekliyor. Kalmak ve gitmek arasında sıkışık. Katil bir yüz beliriyor gölgelerden. Polis eşkalini çizmemi istiyor. Her çizdiğim şekil, senden biraz daha uzağa düşüyor. Şizofrene çıkmış adım, üçüncü sayfada. Oysa sendin öldüren anılarımı. Gözlerinin iplerinde sallandırdın her sözümü. Tüm gerçek dediklerin, yalan çıktı ve içimin boşluğuna gelince, intihar etti bir bir. İnanmadılar, sustum.
Bilsen...
Kaç kere lanet ettim; "tanıdığım güne.." diye başlayan sözlerle sana... Dinmedi, burnumu sızlatan yanık kokuları. Gidişine sürtüne sürtüne alev almış tüm bıraktıkların. Külleri dağılmış caddelere,
Şimdi ben, hangisini kanıt diye sunayım soranlara. Bırak, dokunma...
Adım kalsın manşetlerde, şaşkın bir bakışla....
Söylesene: Bu kaçıncı idam mangası gönderdiğin?
***
Bu bir seranattır. Aç pencereni! ömrümü sallandıracağım.
saadet bayri

24.4.08

Hayallerim Kayıp

Sen benim kavgamdın. Boyum henüz kapının kolunu açacak kadar büyümemişti. Hâlâ annem açıyordu, dışarı çıkmak isteyince dış kapıyı.
Ne kadar zor ve uzun gelirdi o zaman kapılar. Bazen korkunç canavarlara bile benzettiğim olurdu.
Çocukluk bu ya ayakkabımı tek başıma giyme hayalleri kurardım. Büyüyecek ve tek başına çıkacaktım dışarıya, bu kadar kolay ve bu kadar basit olacaktı her şey işte.
İlk öğrendiğim şeydi ayakkabımın bağcıklarını bağlamak. Bilsen ne çok sevinmiştim o gün. Hayatdaki her şeyi öğrendiğimi sanmıştım.
Çocukluk bu ya, öyleydi de. Sen kavgayı hiç sevmezdin bilirdim. En nefret ettiğin şey birinin dövülmesiydi. Bu sana hiç adil gelmezdi. Her kavgaya tutuştuklarında mahallenin çocukları, ağlardın sen. Neden ağladığını hiç anlamazdım. Sırf sen üzülme diye, kimseyle arkadaşlık etmez, kimsenin oyununa katılmazdım.
Ancak bazen benim de üzerime gelirlerdi. Boyumdan büyük boylarına, benden çok daha güçlü pazılarına rağmen, onlarla kavgaya tutuşur ama hep yenilen taraf olurdum.
Senin beni cesur görmeni isterdim. Dayak yesem de, her yerim kanasa da sen cesur görmeliydin beni.
Her şeye rağmen seni koruduğumu bilmeliydin. Çocukluk işte, o anlarda seni her şeyden koruyacağımı düşünür; içten içe gururlanırdım. Adımlarımı farklı atar, ayaklarımı kaldırır daha uzun görünmeye çalışırdım. Büyüdüğümü görmek, beni çok mutlu ederdi.
Böyle günlerde eve gitmeyi hiç istemezdim. Saatlerce dışarıda kalır senin gidişini izlerdim. Çünkü her kavganın ardında annesinden azar işiten, babasından “Sen neden dövemedin?” diye dayak yiyendim.
Hiç ağlamazdım. Aslında yaşlarım akardı ve ben onları tutmaya çalışırdım. Babam dövse de her akşam beni, ben onu severdim. “Sevmem gerekliymiş” sen öyle söylemiştin.
Ama bu kadar acıya rağmen, hiç vazgeçmeyendim. Çünkü sen benim yüreğimdin.
Sabahları zor olurdu bizim evde. Hep “keşke hiç akşam olmasa da seni görsem” diye duâ ederdim. İsteğimin olmayacağını bilirdim ama seni ne kadar sevdiğimi tekrarlamış gibi hissederdim bu halimi.
***
Derken zaman geçti gitti. Hepimiz koca koca insanlar olduk. Ancak ben yüreğimi o çocukta bıraktım. Saf, temiz ve küçük şeylerden bile, dünya kadar umut çıkaran o çocukta. Hayatı kapı kolunda gören, sevmeyi öğrenmiş, nefreti hiç tanımayan bir çocuktu o.
Arasam belki bulurum biliyorum. Artık aramak değil hayal etmek istiyorum. Zira ne zamandır hayallerim kayıp, arada bu şekilde buluyorum.

22.4.08

Yamalı hüzünler

Kelimelerle köşe kapmaca oynuyorum bugünlerde.
Havalardan mıdır?
Yoksa kafama taktığım küçük şeyler yüzünden midir bu halim? Şimdilik bilmiyorum.
Bazen üzülüyorum. Üzülmek olağan da, ilginç olan neye üzüldüğümü unutmam.
Sizin de başınıza geliyor mu böyle durumlar? Geliyorsa; baya komik ve hüzünlü bir durum olduğunu biliyorsunuzdur.
Ben böyle durumlarda, kendimi teselli etmek için neye üzüldüğümü hatırlamaya çalışıyorum.
Her zaman başarılı olduğum söylenemez tabi. Yine de tamamen ümitsiz değilim kendime karşı.
Yaşam arada hüzünleri yama yapıp dikiyor üzerime.
Bu elbiseleri hiç beğenmesem de.
Mecburen bu yamalarla gezmek zorunda kalıyorum.
Zira çok mutlu geçince günlerim, şikayet edecek şeyler buluyorum. Ve o kadar kolaylaşıyor ki bu buluşlarım. Yeni icatlar yapıyorum: "Aaa bunu neden daha önce fark etmedim ki!" diyerekte kendime kızıyorum.
Ancak moral dengem değişince, mutlu olmam için ne kadar çok sebeplerim olduğunu hatırlatıyorum kendime. Her zaman olmasa da, o andan kurtulduğum zamanların çoğunda işe yarıyor
Tavsiye ederim.
Hüznü değil tabi :)
Hüzünler gelmeden, nelere sahip olup, neden mutlu olmanız gerektiğini siz de arada hatırlatın kendinize...
İyi geliyor.
saadet bayri

Sizin Gözleriniz

Elimde bir mektup duruyor.
Küçük bir kalem, minik bir el yazmış bu satırları. Okudukça gözlerim ıslanıyor. Kendimi yalnız ve bu satırlar kadar kimsesiz hissediyorum.
Bir satır da ilişip kalıyor duygularım. Ne yaptıysam ilerliyemiyorum:
"Öğretmenim sizin gözlerinize bakınca, hiç görmediğim ama resimleriyle tanıdığım babamı hatırlıyorum." düğümleniyor babamla geçirdiğim tüm anılarım boğazıma.
Susuyorum.
saadet bayri

16.4.08

Kefensiz Ölüler

Ben…
Yalnızlık filmini en güzel oynayan ben. Kimseler görmeden saklanıp bir odaya, saatlerce replik ezberleyen biriyim. Repliklerin muhtevasını ise, her günün sonunda ellerime tutuşturduğum yaşanmışlıklarımdan buluyorum.
Eve gelen komşular iki de bir lâf dokundururlar ve ben susarım.
Çekingen biriyim.
Hayır, çekingenliğimden değil suskunluğum. Annem “Çocuklar konuşmaz, büyüklerin önünde” demişti küçükken, büyüdüm, ama hâlâ bu sözünü tutuyorum. Kim ne derse desin, karşılık vermiyorum. İşte böyle çekilince odaya, söylemek istediklerimi tek tek sıralarım.
Toprak burcuyum. Bu sebeple söylenen bütün sözcükleri ve ardından söylemem gerekenleri birleştirip her gece toprağa gömerim. Hiç kimse görmeden, dönerim odama ve rahat rahat uyurum. Yoksa sabaha kadar “neden neden” diye uyuyamam.
Ablam, “Annem sana böyle diye diye bu hale geldin sen. Bastırıldın ve şimdi susuyorsun, içine kapanıyorsun.” diyor.
Kabul etmiyorum.
Öyle olsa akşamları yalnızlık filminin repliğini ezberlerken, arada o cevap veremediğim konuşmalara tam yerinde sözler söyleyebilir miydim?
Ayrıca cevap verince de, mutsuz oluyorum. “Keşke şunu da deseydim. Neden böyle söyledim ki?” di-yerek daha bir yiyip bitiriyorum kendimi. Biliyorum takılmamam lâzım böyle şeylere, hayat bu kadar küçük şeyleri sorun edecek kadar kısa değil ama takılıyorum elimde değil.
Ablama kalsa, yapacak işim yok. Bu sebeple sarıp duruyorum kendime.
***
Düş…
Öğrendiğime göre, her gece düş görenlerin ruh sağlığı iyiymiş. Peki, her gece düş yerine, kâbus görenlerin de ruh sağlığı iyi midir acaba?
Kendimi Rapunzel gibi hissediyorum.
Hani oldukça fakir bir çiftin yeni doğan kız evlâtlarını yaşlı bir cadıya vermek zorunda kalmaları ile başlayan hikâyedeki Rapunzel.
Cadı ile komşu olan çiftin erkeği, parasızlık ve annenin sürekli bu komşunun bahçesindeki marulları aşermesi sebebiyle bir gün cadının bahçesinden marul çalar; ancak ikinci kez çalarken yakalanır. Cadının büyü yapmasından çekinen baba, doğan kızını ona vermeyi kabul eder. Cadı doğumdan sonra kız çocuğunu alarak ona aslında bahçedeki marulların türünün adı olan Rapunzel ismini verir.
Masalın sonraki kısımlarında cadı Rapunzel’i kaçmaması için bir ormanın göbeğindeki yüksek ve merdivensiz bir kuleye kapatır. Buraya her ziyaretinde kulenin tepesine çıkabilmek için Rapunzel’in seneler içinde kulenin tepesinden yere dek uzayan örgülü sarı saçlarını tıpkı bir merdiven gibi kullanmaya başlar.
Merdivenli sokağa bakıyor odamın penceresi. Kendimi cadının odaya kilitlediği kız gibi hissediyorum. Ve her gün uzayan saçlarım yerine de düşlerim var. Gelip geçenler oluyor ben pencereden bakarken sokaktan. Çoğunu tanıyorum. Bana söz söyleyen o küçük kadınlar da geçiyor ara ara kapımdan. Kafalarına su dökmek istiyorum ya da kül.
Onlar da beni her gece bu odaya kilitleyen cadılar.
Ara sıra müzik sesi geliyor yan apartmandan. Ablama sorarsanız çocuk âşık, çünkü arabesk dinli-yor. Bana sorarsanız yalnız.
Anlatamıyorum kimseye; sadece aşk değildir insanı dertlendiren. Anlaşılamamak da yıpratır insanı. İstediğini elde edememek. Hedeflerine doğru hiçbir şey yapamamak. Ve daha birçok şey.
Ama genç olunca, sadece aşkı dert görüyor bazı çocukluktan çıkamayan gençler.
“Zaman yürüyor” dediğimde tepemde duran bir çift göz bana bakıyor.
“Ölüm de öyle” diyor sessizce.
Ve ben her gece intihar etmişlere kefen biçiyorum, intihar etmelerine sebep olan parçalardan.
Ama hiçbir sorun bir kefen olacak kadar büyük değil.
Bu sebeple kefensiz kalıyor sorunları yüzünden intihar edenler.
Öğreniyorum…
Sorun edilecek kadar büyük değilmiş,
yaşadığım hiç ama hiçbir şey.
Saadet Bayri

15.4.08

Yüreğim musallada

"Şuradan yara aldım" dedi ömrüm. Çarpışmış, eski yaşını gömerken diğerlerinin yanına. Seller alıp götürürken günleri, hatırladım arada bir isim unutmuşum. Gökten yağmurlar yağarken, yerde sellerle mücadele ettim.
Şehrin ortasında ıslak ve yetim kaldım. Kimsesiz.
İhanetin musallasında kurutuyorum yüreğimi.
Üzgünüm kaybettim diğerlerini.
saadet bayri

Dinmiyorsun

Her gece pencereme çarpıp, yitiyorsun.
Gözlerime değdiğinde, sırılsıklam oluyor içimin caddeleri.
Söylesene; sen hangi mevsimin yağmurusun.
Bu kadar mevsim geçti gitti.
Sen bir türlü dinmiyorsun.
saadet bayri

10.4.08

Bahar geldi dostlar

Bahar ay olarak gelmiş olsada, evlerimize tam olarak girmedi.
Havanın güzelliğinden istifade edip, bir dostu ziyarete gittim bugün. Ağaçların arasından geçerken, her birine sarılıp, öpmek istedim. Bayram kıyafetlerini giymiş çocuklar gibi şirin geldiler gözlerime.
"Yaşamak ne kadar güzel." diye bağırmak istedim. Ancak etraf pek de müsait değildi. Ama şimdi söylüyorum; yaşamak nefis birşey. Bahar geldi dostlar.
Çok hoşuma giden, çiçeklerle süslenip aklımı başımdan alan bu ağacı sizde görün diye resimledim.
Çok güzel değil mi? :)

8.4.08

Sen Uzaksın

Sen bir efsanesin.
Tanıdıkça seni, Rabbimden neleri istemeyi unuttuğumu fark ediyorum; seveceğim insanın vasıflarını sayarken.
Sen bir masalsın.
Her seferinde masaldaki prens oluyorsun ve ben yıllardır seni bekleyen prenses. Masallarda ki gibi, biraz geciksen de, sen gelince beklediğim yılları unutturuyorsun
Sen bensin.
Hiç ummadağım bir şehirde, ummadığım bir anda bana bakıp aynı anda gülümsüyorsun.
Ve sen baharsın.
Gelişinle bütün çiçekleri meyveye döndüreceksin. Gelde gönlüm bir an önce yaza ersin.
Saadet Bayri

2.4.08

Yine Benim

Kimdin?
Çok tanıdık görünürken, hiç bilmediğim biri kadar uzaksın. Bazen benim dediğim herşeyi sende görürken, kimi zaman "Asla" dediklerimi sunuyorsun. Aynalarla küskünüm bugünlerde, gösterdiği yüz benim değil. Ne zaman boyandı saçlarım, ne zaman değişti çizgilerim.
Ben, bana yabancıyım artık.
Yorgunum desem yalan... Değilim.
Üzgünüm desem, adı yok hüznümün. Öyleyse nerede kiminle ve ne haldeyim? Binlerce soru birikiyor, cevap bekleyen...
Ama ben kaçtıkça benden, götürdüğüm yine benim.
Saadet Bayri

Kış Çiçekleri

Yorgunluk her zaman şikâyet edilecek bir durum değildir. Bazı yorgunluklar var ki insan çalıştıkça mutlu olur. Tembellik bazı anlarda insanı daha çok yorar ve dermansız bırakır.
Diye düşünürken, bir seranın önünde duruyorum. Kıvırcık almam lazım. Seranın içerisine uzun uzun bakıyorum. Geldiğimi gören sera sahibi, hoşgeldin faslının akabinde “Kıvırcık alacaksan keseyim sana. Üşüme! Hava bayağı soğuk” diyor.
Ellerine bakınca, soğuktan morardığını görüyorum “Sen de üşüyorsun, ama buradasın. Ben neden birkaç dakika daha durup, şu harika görüntüyü izlemeyeyim ki” demek istiyorum.
Sözler fazla geliyor o an dilime.
Susuyorum.
Gözlerimi kıvırcıklardan ayırmadan gülümsediğimden olsa gerek. Sera sahibi, kime gülümsediğimi görmek için etrafa bakıyor, ister istemez. Ama kimsecikleri görmüyor. Tam soracakken “Hayırdır” sözünü ağzına tıkayıp, “Kendim kessem olmaz mı?” diyorum.
“Üzerin kirlenmesin. Yapabilir misin?” diyor. Gözlerimi ellerinde gezdiriyorum, “Seninki kadar toprağa dokunmasalar da, o kadarını yapabilirim” diyorum biraz sitemkâr bir sesle. Mahcup oluyor. “Yanlış anlama. Parmağın falan kesilir. Seni düşündüm.”
“Yapabilir misin gerçekten” diyor. Ben şaşkın “Ne var sanki bunda. Alt tarafı birkaç kıvırcık keseceğim. Neden bu kadar sorun yaptı ki” diye düşünürken.
“Merak etme bıçağımı da aldım. İnşallah kesebilirim” deyince tebessüm onun yüzünü de aydınlatıp, “Hayırdır nereye bakıp gülüyorsun?” demekten alamıyor kendini.
“Kıvırcıklar” diyorum. “O kadar şirinler ki onlara baktıkça içim açılıyor. Sanki güllere bakar gibiyim, papatyalara ya da. Yani kır çiçekleri gibi bir şey bunlar kışın ortasında. Çok şirin duruyorlar” dediğimde, basıyor kahkahayı…
“İlahi ne âlemsin. Kıvırcıklar ve kış çiçekleri ha.”
“Evet, onlar kış çiçekleri. Her ne kadar biraz tabiattan uzak olsalar da, gökyüzünü sadece naylonların ardından görseler de, onlarda çiçek. Hem de kış çiçekleri.”
Kıvırcıklara bakıp bu kadar mutlu olanını görmediğinden, şaşkın şaşkın bakıyor. Ben de kıvırcıklarla bunca zaman uğraşıp onların şirinliğini fark etmeyen bu kadına şaşkın bakıyorum.
Kadının yüzünde ki tebessüm derinleşiyor ve “Ne görüyorsun şimdi” diyor merakla. Ben bir şey demeden de ekliyor. “Yıllardır şu toprakla uğraşırım. Her mevsim farklı sebze ekeriz. Hatta karanfillere bile bu gözle bakmadım ben. Hepsi gözümde ot işte. Bildiğimiz ot” diyerek neden şaşırdığını anlatmaya çalışıyor.
Beraber giriyoruz seraya. Ben yanından geçtiğim kıvırcığa dokunuyor, söyleşiyorum onunla. Yemyeşil renkleri cezp ediyor beni. İnatla ayakta duruyorlar ve kışın soğuğundan korundukça daha bir verim veriyor ekildikleri yerlerde.
Yaprakları o kadar taze ki dokunmaya kıyamıyorum. Mutluluk böyle bir şey işte diye geçiyor içimden.
İçlerinden biri çok dikkatimi çekiyor, sanki “Lütfen beni kes. Evine götür beni. Nimet olarak şereflendir” der gibi. Kıramıyorum onu. Tam eğilecekken bir başkası göz kırpıyor. Uysam kıvırcıklara bütün serayı alıp eve getireceğim.
İhtiyacım kadar alıp, istemeden ayrılıyorum yanlarından. Seranın dışına çıkınca sera sahibi kadına, “Onların her biri Rabbimi zikir ediyor. Kendilerine göre tespihleri var. Onlar boşuna mı yaratılmışlar? Asla! Bizlere nimet olsun diye ne güzel renklendirmiş Yaratıcı. Onlarda ne güzel gösteriyorlar sanatkârlarının sanatını. Sen onları ve bütün yaratılmışı öylesine başıboş vazifesiz mi sandın?”
“Artık yanlarında ki ayrık otlarını da koparamam ben. Tespihlerine mani olmayayım.”
Gülüşüyoruz.
Saadet Bayri
resim:Saadet Bayri