29.6.07

KAYBETTİĞİNİZ YERDE ARAYIN KENDİNİZİ

“Ah bu ben, kendimi nerelere koşsam!Saklansam bir yerlerde gizlice ağlasam!Ah bu ben, kendimi nerelerde bulsam!” (Mazhar Alanson)
Dağılıp gidiyoruz bir oraya bir buraya. Bir parçamız geçmişin tozlu yollarında kalıyor, bir parçamızı emanet veriyoruz bir yüreğe. Her parçamız bir köşe başında kaybolmuş sanki, yitirmişiz kendimizi. Yaşam üstümüze geldikçe, kaçacak yer arıyoruz; ama nafile... Kayıp bir şehrin kayıp yolcusuyuz. Yol bilmez, iz bilmez, darmadağınığız. Elimizde ne bir telefon, ne bir adres var. Kim olduğumuzu bile unutmuşuz. Etrafımıza bakıyoruz, herkes bizim gibi perişan. “Hancı sarhoş, yolcu sarhoş” deyip ilerliyoruz.
Birileri “kendini bulduğun yeri haber ver” diyor: Nerede kaybettiğimi bilmiyorum ki, nerede bulunacağımı bileyim. İnsan nelerde ve nerelerde yitip gitmiyor ki… Bazen bir bakış, bir ses, bir nefes, bir kelimede takılıp kalıyor. Kim bilir, hangi mevsimin hangi rüzgârıyla savurmuş bizi rüzgâr, hiç bilmediğimiz bir kasabanın kıyısına. Şâir diyor: “Âşık dediğin Mecnun misali kör, ne bilsin âlemde ne mevsimidir”. Ay şaşkın, gün şaşkın, mevsim hepten şaşmış bugünlerde. Bir kimsesizliğin ardına gizlenmiş, benim dediğimiz tüm yaşanmışlıklar.
"Bulmak istediklerinizi, kaybettiğiniz yerlerde arayın" der bir sufi... Bu sebeple, haberdar olmalıyız kendimizden. Duygularımız alıp başını gitmemeli, her bir şeyin ardından. Hislerimiz, hayallerimiz, düşüncelerimiz ve benim dediğimiz her şey olduğu yerde kalmalı ya da bıraktığımız yerden haberdar olmalıyız. Zira her şey bütünün bir parçası. Biri kaybolsa, eksik kalır diğerleri. Mesela kalp; bütün duyguların kumandanı iken, onu başıboş bırakmak ne kadar acı! Hayal yorgun, sevinç ezik, his yaralı. Aklı şehit düşmüş darmadağınık bir ordu. Öyleyse aradığımızda bulmak, arandığımızda bulunmak olmalı sancımız.
Yaşam kayıp olacak o kadar çok hüzün çıkarıyor ki karşımıza; takılıp kalmamak, yitip unutulmamak ne zor bir uğraş! Bu sebeple insanın hüzünlerini dağıtacak, onların içinde yol bulacak adresleri olmalı. Öylesine tutunmalı ki kendine: Hayatın sinesine başını yaslayıp saçlarından tutup okşamalı tüm güzellikleri. Bir kitabın sayfalarında, bir yürüyüşün adımlarında, denizin dalgalarında, yeşilin tonunda, bir kuzunun melemesinde, bir çiçeğin renginde bulmalı aradığı mutluluğu… Çünkü yaşam, bazen bir çocuğun ilk adımlarında gizlenir. Paytak paytak gezmesinde sevinç, düşüp kalkmasındadır cesaret. Bir martının şarkı söyleyen çığlığında coşku, bir karıncanın her zorluğa rağmen ilerleyen hayatındadır belki de umut… Ama en güzeli, insanın kendini yine kendisiyle bulması. Kayboldum dediği yerde sobelemedir, kendisiyle beraber her şeyini...
Nerede yakalarsanız kendinizi, orada tutun ki bir daha gitmesin. Hayattan başka bir el, başka bir göz, başka bir söz beklenmemeli. Yine odur, düştüğümüzde tutacak olan… Her düşeni tuttuğu gibi... Ve kalkınca, elbiselerimizi silkeleyecek elleri de vermiş zaten. Aradığımız sokakların adresi yüreğimizde yazılı. Bir okuyabilsek orada nelerin yazdığını…
İnsan kendinden bile sıkılır bazen… Yaşadığı şehirden, dostlarından, benim dediği her sabahtan. Ancak hayatının karmaşasından, dağınıklığından sığınacağı bir bahar köşesi olmalı mutlaka. Kendine ayırdığı özel bir zamanı. Yalnız kaldığı bir ânı. Nefeslendiği bir sığınağı… Bir şey olmalı yani. Sadece kendine ait. Herkesin bildiğini sandığı, oysa hiç kimsenin bilmediği.. O kadar basit ve sıradan; ama kendine özel olacak kadar bizden olmalı.
Bilmediği bir kasabada kendi şehrinden yollayıp isimler taktığı göçmen kuşları olmalı. Beyaz papatyaların içinde küçük bir evi olmalı. Çimenler halı, sular çayı olmalı. Pencereden baktığı tüm ağaçlar sırdaşı, çocuklar sineması olmalı. Dağdaki beyaz menekşelere özenmeli, özgürlüğü onların mağrur yapraklarında görmeli. Limon ağaçlarının ellerinde sallanmalı neşesi. Yer değiştiren bulutlarla selam söylemeli özlediği şehirlere. Velhasıl, yaratılmış her şeyin bir simgesi olmalı.
Ve ağlayınca, gözyaşları yosun kokmalı, denizi özler gibi…

saadet bayri


26.6.07

aşk (MI), büyü (MÜ)...

Bir arkadaşımın elinde gördüğüm kitap ilgimi çekti. İsmi “Aşk Büyüsü”. Merak edip sordum: “Aşk mı, yoksa büyü mü çekti ilgini?” Durdu, “Bu kitabın reklamını bir gazetede gördüm ve açıkça ‘büyü’sü çekti ilgimi” dedi. “Sadece bu mu yani? Büyüsü mü çekti ilgini?” “Ne zamandır büyülere taktım. Büyüye inanıyorum, bu sebeple büyüyle ilgili her şey ilgimi çekiyor”
“Tanıdığım bir büyücü var. Yaptığı tüm büyüler tutuyor, desem; gelir misin benimle oraya?” dediğimde, hafifçe tebessüm etti. “Doğru söyle” diye direttiğimde, “Gelirdim. Belki merak, belki arzuladığım bazı şeylerden dolayı olurdu bu geliş…” dedi.
Aslında şöyle bir etrafımıza baktığımızda çoğu kişide bu hâllerin varlığını sezebiliriz. Hem, “Bütün malını ver, sana ileriki hayatında başına neler geleceğini söyleyeyim. Hem de hiç eksiksiz
haber vereceğim” diyen biri karşımıza çıksa, buna kaçımız “Hayır” derdi acaba? Üstelik, bu tür şeylerin haram olduğunu bile bile… Bir düşünün bakalım. Bu kadar kesin konuşmasalar da birkaç şeyi doğru tutturdular diye, kişilerin eline tutuşturduğumuz kahve fincanları, avuçlar ve daha bir çok şey neyi gösteriyor sizce?
Acizliğimizi mi? Meraklılığımızı mı? cesaretsizliğimizi mi?
Bilinen bir aşk büyüsü olsaydı mesela. Ya da bir şekilde elimize geçseydi, kaçımız bu aşk büyülerini sevip de karşılık alamadıklarımıza yapardı. Bunun adı zorla sevmek olmaz mıydı? Bu ne kadarlık bir aşk olur ve ne kadar mutlu olurduk? Gözlerimizin içine bakıp bize güzel sözler söylerken, kendimizi nasıl hissedecektik mesela? Bunu hiç düşündük mü? Gerçekten iradî olarak ortaya çıkan bir aşk mı, yoksa zorla(Büyüyle) yapılmış bir aşk mı lezzet verir kişiye?
“Eşim bugünlerde biraz tuhaf “ diyen birine, “Bir büyücüye git, okut. Allah muhafaza, belki bir şeyler yapılmıştır” diyen birisinin sözlerini ne ile açıklayabilirsiniz? Kişinin yaptığı, bir davranış eksikliğinden kaynaklanıyor oysa. Ya da eşinin yaşadığı, paylaşmadığı bir olaydan dolayı olan moralsizliğinden… Komşusuna derdini açıp bir şekilde yardım bekleyen ya da azıcık teselliyle yoluna girecek bir birlikteliği bu şekilde baltalamak neyin göstergesi? Yavaş yavaş azalan inançsızlığımızın mı? Rabb’imize olan tevekkül eksikliğimizin mi? Yoksa kendimizi kusursuz görme bahtsızlığımızın mı?
Aslında bu kadar sorunun cevabı içinde gizli bir bakıma. Bunların dışında öyle bir cevap var ki, insanı titreten cinsten: “Benden sonra ümmetim hakkında şu üç şeyden korkuyorum. 1- İdarecilerin zulme sapmaları 2-‘Yıldızların tesirine inanmaları’ 3- Kaderi inkâr etmeleri… (Camiü’s - Sağir Cilt-1 Sf 162 )”. Bu hadisin ardından gazete sayfalarından, kitaplardan burçları okuyup bir çoğuna inananlar geldi hatırıma. “Bugün ne olacak hayatımda?” diye medet umanlara ne demeli? Bir radyo programında duymuştum. Gazetelerden birinin Tarot köşesini yazan kişi bir programa konuk olmuştu. İlginç bir hatırasının anlatılması istenince güldü ve “Hiç unutamadığım bir anım var. Onu anlatmak istiyorum” deyip başladı: “Bir gün gazetede otururken yaşlı bir amca telefon açtı ve yalvararak -yıldız fallarını siz mi yazıyorsunuz? Evet deyince de, Evladım lütfen şu anda eşimle boşanma noktasındayız. Bugün onun burcunda yazdığınız eşiniz kesin sizi aldatıyor kelimesi yüzünden. Lütfen yarın sizi çok seviyor tarzında bir şeyler yazın, demişti. Ve ertesi gün o şekilde yazınca, amca yeniden arayıp binlerce kez teşekkür etmişti. Evliliğini kurtardık diye…”
Bu sözleri duyunca şaşırmıştım. Oysa şaşkınlığım yersizdi çevremdeki birçok kişide bu tür hastalıklar vardı. Elinde gazete gördüklerine, “Gazeteni ver de burcuma bakayım. Ne yazıyor…” deyip gazeteyi alanlar da bunların bir parçasıydı. Çoğumuzda yok mudur bu hâller? Yabancı biriyle karşılaşınca, öncelikle burcunu sormuyor muyuz? Ve burcu öğrenilen kişi daha tanınmamışken, kırk yıldır tanıyormuş gibi “Sen şu şu özelliklere sahipsin yorumları yok mu?...
Bence arzularımız, emellerimiz, çalışmalarımız, ilişkilerimiz, yaşantılarımız ve dahi sevdalarımızda bâtıl yollara sapmamız ciddi bir manevî boşluktan kaynaklanmakta. Yıldıznâmeler, fallar ve büyülere başvurmaların sıklığını ne ile açıklayabiliriz ki? Üstelik bunun toplumsal yaşantıdaki olumsuz yansıması olan hayatı kısaca ve hiç yorulmadan yaşama isteği, hiçbir emek harcamadan bir şeyleri öğrenme isteğinden kaynaklanan düşünceden dolayı mutlu olunacağını sanmak da cabası…
saadet bayri

MELEĞİMİN ADI

Özel günlerde hatırladığımız kişiler vardır. Daha öncesinden hiç; ama hiç kıymet bilmediğimiz ve hatırlamadığımız, hâlini sormadığımız sevdiklerimiz… Hastalandığında telefonla aradığımız, ayda bir kere gittiğimizde bir saat oturduğumuz yakınlarımız vardır. Aynı evin içinde yabancı gibi yaşadığımız, günlerce ses çıkmasa, "neredeler acaba" demediğimiz kişilerdir bunlar.
Arkadaşlarımıza ayırdığımız vaktin dörtte birini ayırmadığımız... Karşı komşumuza üzüldüğümüz kadar fark etmediğimiz… Okuduğumuz romandaki kahramanı önemsediğimiz kadar önemsemediğimiz… Komşunun oğluna kızıp hayatına özenirken, kendi hayatımızı görmediğimiz… Sürekli "Keşke" dediğimiz yaşanmışlıklarımız var. Hiç kıymet bilmediğimiz, bizi canından çok sevenlerimiz varken, illa başkalarını arayan nankör gözlerimiz.
En sevdiklerimizi yerden yere vururken, nedense kayıp anlarda her yeri yıkıp kendimizi paralıyoruz. Ne lüzum var ki bu kadar perişan olmaya? Yanımızda iken en sevdiklerimiz, ne yaparlarsa yapsınlar sabırla karşılasak çok mu zor şey yapmış oluruz? Elimizden kayıp gidince, içimiz acır; ancak pişmanlıktan doğan “keşke”lerden olmaz bu haykırışlar. Bu kıymeti bilinmeyen kişiler hep en yakınlar olur ve genelde de anne ve babalarımızdır. Babalar konum olarak pek yanımızda olmadıklarından, annelerimizle hayatımızın büyük bir bölümünü geçiririz. Sanırım en çok kıymetini bilmediğimiz kişiler de annelerimizdir.
Evim şehir dışında kalıyor, küçük bir ilçede yaşadığımdan çokta uzak değil şehir merkezine. Bu sebeple, merkezden eve giderken yürümeyi tercih ederim. Özellikle de sahil yolunu seçerim. Yürürken de insanların kalabalık olduğu ortamları seçerim. Çünkü yaşananlara şahit olduğum, bir çok ilginç manzarayla karşılaştığım yerlerdir kalabalıklar. Birçok beraberliğe şâhit olur, birçok etkileşimin nasıl yaşandığını görürüm.
Yine böyle kendi düşüncelerimle başbaşa yürürken, bir anne ve kızı önümde yürüyordu. Kadın neden şikayet ediyordu bilmiyorum; ama kız öyle bir sesini yükselterek cevap verdi ki, farklı bir şeye bakıyorken âniden irkildim sesten. Genç kız kadına, "Sana ne? Sen ne anlarsın ki, her şeye karışmasan olmaz mı?" diye bağırınca, kadın utanmış olmalı ki etrafına bakındı.
"Tamam kızım, bağırma; sen bilirsin. " deyip sustu. “Kızım” deyince bir anne- kız tartışması olduğunu anladım ve çok şaşırdım. Önlerine geçtim, arkamı dönüp onlara baktım. Kadının gözleri dolmuştu. Kızın umurunda değildi ve etrafını gözlerken, içim acıdı. O annenin hâlini, duygularını anlamaya çalıştım. Ama nafile. Belki o hanım bir daha çocuk olamayacaktı; ama kızı bir gün anne olacaktı. Olur ya, belki o gün anlayacaktı anne olmanın ne demek olduğunu...
Bu âna şâhit olunca, küçük bir yazı geldi aklıma. Sözlerini tam hatırlayamadım. Eve gelince bulup tekrar okudum. Hafif duygulandım. Şunlar yazılıydı o satırlarda:
"Allah’ım, beni yarın dünyaya göndereceğini söylediler; fakat ben o kadar küçük ve güçsüzüm ki, orada nasıl yaşayacağım?

-Tüm meleklerin arasından senin için bir tanesini seçtim. O seni bekliyor olacak ve seni koruyacak. Meleğin sana her gün şarkı söyleyecek ve gülümseyecek. Böylece sen onun sevgisini hissedecek ve mutlu olacaksın.
-Pekiiiii... İnsanlar bana bir şeyler söylediklerinde, dillerini bilmeden söylenenleri nasıl anlayacağım?
-Meleğin sana dünyada duyabileceğin en güzel ve tatlı sözcükleri söyleyecek, sana konuşmayı dikkatle ve sevgiyle öğretecek.
-Peki Allah'ım, ben seninle konuşmak istersem, ne yapacağım?
-Meleğin sana ellerini açarak bana dua etmeyi de öğretecek.
-Dünyada kötü adamları olduğunu duydum, beni kim koruyacak?
-Meleğin, seni kendi hayatı pahasına dahi olsa daima koruyacak.
-Fakat ben, seni bir daha göremeyeceğim için çok üzgünüm.
-Meleğin sana sürekli benden söz edecek ve bana gelmenin yollarını öğretecek. O sırada Cennette bir sessizlik olur ve dünyanın sesleri cennete kadar ulaşır. Bebek gitmek üzere olduğunu anlar ve son bir soru sorar:
-Allah'ım, eğer şimdi gitmek üzereysem; lütfen söyler misiniz, benim meleğimin adı ne?
-Meleğinin adının önemi yok, sen onu ANNE diye çağıracaksın..."
saadet bayri

bakıyoruz ama görmüyoruz

Çoğu zaman görmeden yaşadığımızı hiç fark ettik mi? Hani gördüğümüzü, bildiğimizi sandığımız birçok ayrıntıdan bahsediyorum. Bu yazıyı okurken, kapınızın etrafını gözünüzün önüne getirebilir misiniz, ne var ne yok diye? Bütün ayrıntıları hatırlıyor musunuz? Hatırlayamadıysanız, şaşırmayın; yalnız değilsiniz. Ben de birkaç haftaya kadar bir iki ayrıntıyı hatırlayamıyordum.
Bir ara, birkaç site ileride oturan bir bayan, sokaklardaki ve çöp bidonlarındaki kedilerden şikâyet ediyordu. Hayretle sordum: “Hangi kedilerden bahsediyorsun.” Şaşkın bir yüz ifadesiyle bana dönüp, “Görmedin mi kedileri? Sokak onlarla dolu. İleride oturan adam sürekli onlara kasaptan kemik, et getiriyor. Bu sebeple buraya doldular” dediğinde, bu kedileri nasıl fark etmediğime şaşırmıştım.
Dışarı çıktığımda, ilk işim bu kedileri kolaçan etmek oldu. Gerçekten de fazla aramama lüzum yoktu. Biraz dikkat edince, bana bakıp miyavladılar. Çöp bidonlarında, site bahçelerinin köşelerinde saklı saklı bekleşen şişman kedileri görünce, “Gülsem mi? Kızsam mı?” diye düşündüm. O kadar tatlı hayvancıklardı ki bunlar. Yanlarına yaklaşıp tüylerini okşayayım, dedim; ama cesaret edemedim. Şişman ve büyüklerdi, sanırım sevilme yaşları geçmişti. Gerinmelerini uzaktan uzaktan izleyip eve döndüm. Etrafıma dikkat etmediğimi, ayrıntılara takılmadan yaşadığımı fark etmiştim. Oysa en iyi bildiğim cümlelerden biriydi: “Hayat ayrıntılarda gizlidir.”
Şimdilerde fırsat buldukça oturuyorum pencerenin kenarına, etrafı izliyorum. Uzaktaki tepeciklere bakıyorum meselâ. Ve bir kez daha anlıyorum ki hayat başlı başına bir kitap. Okumayı unutan bizler, biraz daha dikkat etsek ne kadar değişik sayfalar keşfederiz bu koca kâinatta. En azından ihmalkârlığımızla öylesine geçip gitmeyiz hayatının içinden.
“Adamın biri, ilk defa gittiği küçük bir kasabada şaşkın şaşkın gezindikten sonra yol kenarında duran bir arabanın yanına sokulmuş ve arka koltukta tek başına oturan çocuğa: ‘Buraların yabancısıyım’ demiş. ‘Parkın hemen yanı başındaki fırını arıyorum, çok yakın olduğunu söylediler.’
Çocuk, arabanın penceresini iyice açtıktan sonra: ‘Ben de buraya ilk defa geliyorum’ demiş. ‘Ama sağ tarafa gitmeniz gerekiyor herhalde.’ Adam, çocuğun da yabancı olmasına rağmen bunu nasıl anladığını sormuş ister istemez.
Çocuk:
‘Ihlamur çiçeklerinin kokusunu duymuyor musunuz?’ diye gülümsemiş. Kuş cıvıltıları da oradan geliyor zaten.
‘İyi ama demiş adam, bunların parktan değil de tek bir ağaçtan gelmediği ne malûm?’ ‘Tek bir ağaçtan bu kadar yoğun koku gelmez’ diye atılmış çocuk. ‘Üstelik manolyalar da katılıyor onlara. Hem biraz derin nefes alırsanız, fırından yeni çıkmış ekmeklerin kokusunu duyacaksınız.’
Adam, gözlerini hafifçe kısarak denileni yaptıktan sonra, cebinden bir kâğıt para çıkartıp teşekkür ederken fark etmiş onun kör olduğunu. Çocuk ise, konuşurken bir anda sözlerini yarıda kesmesinden anlamış, adamın kendisini fark ettiğini. Işığa hasret gözlerini ondan saklamaya çalışırken:
‘Üç yıl önce bir kaza geçirmiştim’ demiş, ‘Görmeyi o kadar çok özledim ki... Sizinkiler sağlam öyle değil mi?’
Adam, çocuğun tarif ettiği yerde bulunan fırına yönelirken:
‘Artık emin değilim’ demiş. ‘Emin olduğum tek şey, benden iyi gördüğündür.’”
saadet bayri

25.6.07

başkalarının hayatı

"Başkalarının aşkıyla başlıyor hayatımız” diyor şair… Ne kadar anlamlı.
Daha kendimizden haberimiz yokken başkalarından haberimiz oluyor. Sabah hayata başlayan karşı komşumuz, arkadaşlarımız, yakınlarımız (bu sıralamayı uzatabiliriz) ne yapmış, nereye gitmiş, ne demiş, ne söylemiş bilmek istiyoruz. Hep birilerinin hayatının merakı sarıp sarmalıyor çevremizi.
Hiç haberimiz yokmuş gibi dururken, oysa en çok haberdar olanlardan çıkıyoruz. Gıybet yapmanın en çirkin davranışlardan olduğu bilindiği halde, “Ben bunu onun yüzüne de söylerim” deyip verip veriştiriyoruz.
Velhâsılı başkaları kuşatırken hayatımızı, biz hep ertelenen hayatları yaşıyoruz. Buna yaşamak denirse tabiî. Derken ömür geçip gidiyor. Çocukluk hiç anlaşılmadan, tadına varılmadan ellerimizden akıyor tıpkı bir su gibi. Gençlik bir dönem 18 yaş sendromuyla “Keşke 18 olsam” türünden özlem, bir dönemi de okul iş koşuşturması derken rüzgâr gibi esip, yüzümüzde serinliğini bırakıyor. Bu yıllar da dokunamadan geçiyor önümüzden. Sonunda elimizde orta yaş kalıyor. Evlilik, çoluk çocuk derken bu yaşımızla da bir akşam güneşi gibi ne ısınıyor, ne üşüyoruz. Kalakalıyoruz ömrümüzün başında. Yaşlılık da tipik bir kış mevsimi gibi üşüttükçe üşütüyor. Sanırım en iyi anladığımız, hissettiğimiz yaşımız oluyor bu. Ancak onu da ya keşkelerin başına, ya da ertelenen ayrıklıkların arkasına ağıt yakmaya gönderiyoruz. Nihayetinde hiçbir tad almadan her şeyi ardımıza bırakıp gidiyoruz.
Böyle olunca ertelenenler o kadar çok şey oluyor ki. İnsan kendine neler yaptığının farkında bile olmuyor. Bir dönem geliyor. “Eskiden ağladıklarıma şimdi gülüyorum” diyor. Ancak bu itirafımız bile dilimizde kalıyor. Yaşları ilerleyen insanları haliyle tecrübeli sayarız. Oysa insan 100 yaşına da gelse, hâlâ hayatına keşkeler ekliyorsa, buna “sadece yaşamış gibi yapıyor” demek geliyor içimden. Çünkü hep bir numara büyüğü hayatları yaşamanın neresi tecrübe? Her şey aynı, sadece beden numaraları farklı. Dün midyumdu, bugün larç.
Oysa ömür hiç düşünemediğimiz kadar kısa, isterseniz 90 yaşına kadar yaşayalım. Yine de sorarsanız “Bir rüzgâr geldi geçti. O kadar kısa yaşadım” deriz. Sonsuzluğu arzulayan fıtrata ömrün seneleri neyi ifade eder ki?
Kendime bakıyorum da, daha dün gibi birçok şey. Bu günlerde 25 yaşımı devirirken istatistiklere göre gençlik dönemini bitiriyorum. Orta yaş dönemine adım atarken ne yaptım ve ne yapmam gerekiyordu diye düşünmeden önce. Bakıyorum da bir ân-ı seyyâle gibi bunca yıl gelmiş ve geçiyor. Dört çocuk büyütmüş ve çocuklarının hepsi boyunu geçmiş olan anneme böyle anlarımda sorarım “Tuhaf gelmiyor mu sana annem? Bebekliğimizi bilirken, şimdi gözünün önünde kocaman olduk?” dediğimde gözleri nemlenir. “Her şey dün gibi be kızım. Sanki bunca yıl yaşanmadı da dün ve bugünden ibaret tüm yaşadıklarım” dediğinde içlenirim.
Ve çevremizde kime sorarsak soralım. Muhtemelen aynı cevabı verirler. Bu durum bu kadar aşikâr tecrübelerle sabitken, neden başkalarının yaptıkları, söyledikleri, kızgınlıkları ve hataları bizi bu kadar meşgul ediyor? Belki bir kişinin hâl ve hareketleri hayat kalitemizi belirliyor. Hayatımız bu kadar uzun ve ucuz mu gerçekten?
Hayatı ertelemeyi şuna benzetiyorum. Köşe başında bir canavar var. Bu canavardan o kadar çok korkuyoruz ki, her an saldıracak diye etrafı kolaçan ediyoruz. Oysa bir müddet aç kalsa ölecek, ya da bize bir şey yapamayacak kadar güçsüzleşecek. Ancak onu kim besliyor, biliyor musunuz? Kendimiz. “Nasıl olur?” demeyin. Bu canavarın tek besin kaynağı yaşamadığımız saat ve günlerimiz…
“Uzak iklimlerin / kokusu gitmediğimiz şehirlerin / önceden / bir baş dönmesiyle kabarıyor / hafızamızda / sonra ayrılıklar düşüne dalıyoruz.” (İsmet Özel) türünden bir gurbet yaşıyoruz. Bir adım, bir niyet, bir bakış kadar yakın şehirlerin, güzelliklerin, mutlulukların, sevinçlerin içinde.
saadet bayri
“Keşke geçmişime dönme imkânım olsaydı. Ne çok şeyi değiştirirdim” der misiniz bazen? Hani çok sıkılınca ya da yalnız kalınca. “Hiç aklınızdan çıkmayan bir gününüz, bir anınız var mı? Geçmişe dönünce, hangi yaşlarınızı yeniden yaşamak isterdiniz? Ya da o yeniden yaşamak istediğiniz anlarınıza gitseydiniz neler yapıp, nelerden vazgeçerdiniz?” sorularına hepimizin cevabı vardır.kllj
Ben en çok çocukluğumu özlerim böyle anlarda. Zamanda yolculuk mümkün olsaydı, şimdiki aklımla o yıllara dönüp de ‘küçük ben’le karşılaşsaydım, ona ne öğüt verir ya da ne tavsiye ederdim? Öğüde ihtiyacı olmazdı sanırım çocuk Saadet’in... Belki şimdiki Saadet’e, o öğüt verirdi... Bana daha cesur olmamı, hayallerimi hiç ama hiç ertelemememi ve en önemlisi “Benim gibi küçük şeylerle mutlu ol ve hemen unut birkaç saniye önce neye üzüldüğünü” gibi yaşadığı birçok şeyi öğüt diye bilmiş bilmiş anlatırdı.
Böyle dediğimde tebessüm etmişti bir arkadaş. “Oysa çocukluğuma gidince Onun elinden tutup, ‘Sakın yapma’ diyeceğim o kadar çok şey var ki” demişti büyük bir pişmanlıkla. “Çocukluğuma gidip, çocuk benle dertleşmek isterdim. Nasihat mi verirdim yoksa onun kadar masumlaşarak dinler miydim onu, bilemiyorum. Ancak en çok istediğimin ona neler yapıp neler yapmamasını tarihleriyle beraber bildirmek olurdu.”
“Aferin, şu anda yaşadığın bu kadar mutluluğu da mahvederdin” dediğimde gülmüş, uzun bir sessizliğin ardından “Evet haklısın, eğer şu olayı şu zamanda yaşamasaydım şöyle olmazdı” tarzında küçük anekdotlarla tezimi doğrulamıştı.
Çoğumuz böyle düşünmüyor muyuz?
Sanki geçmiş zamanlarımıza dönüp, yapmamız gerekenleri yapsak, olmaması gerekenleri düzeltsek hayat şimdikinden çok daha güzel olacak. Elimizde bir sihirli değnek olsa ve hemen her şeyi hayalimizdeki gibi yapsak, dünyanın en mutlu insanı olacağız. Tabiî kendimizi mutlu edeyim derken, etrafımızda kaç kişi kalacak, o da ayrı bir konu. Düşünsenize, size azıcık burun kıvıran birini değneğinizle hemen cezalandırıyorsunuz. Kalbiniz kırıldı, hop intikam aldınız. Yanlış gördüğünüz bir şey var, hemen müdahale ediyorsunuz. Böyle bir durumda hem kendimizin, hem de başkalarının hayatı ne hale gelirdi bilmiyorum. Ancak gerçek şu ki; zamanla yaşadığımız şehirde kimse kalmazdı.
Sahi iyi ki elimizde öyle bir değnek yok. Ya da gidip geçmişi kurcalamak gibi bir zaman makinemiz. Aslında merak etmiyor değilim, zamana yolculuk olsa, elimizde sihirli bir değnek olsa neler olacağını. Ama şu an mesut olduğumuz durumların kaçını yaşıyor olurduk? Bu düşlerimiz gerçekleşse, bunu da ayrıca düşünmeliyiz. Bütün yaşanmışlıklar acısıyla tatlısıyla bugünümüzü oluşturmuşken, acı olan her ânın mutlu anların tadını arttırdığını fark etmişken, hâlâ geçmişe dönmek ister misiniz bilemiyorum? Ama ben istemem.
“Bir yaz günü plajda oturuyor, kumlarla oynayan iki çocuğu seyrediyordum... Her ikisi de deniz kıyısında kapılarıyla, kuleleriyle, tünelleriyle, kocaman bir kale yapmak için beraberce harıl harıl çalışıyorlardı... Kale neredeyse tamamlanmışken büyük bir dalga gelip kaleyi bozdu... Her şey bir anda ıslak bir kum yığınına dönüşmüştü...
“Bütün uğraşlarının bir anda gözlerinin önünde yok olduğunu gören çocukların gözyaşlarına boğulmalarını bekliyordum... Ama çocuklar beni şaşırttı... Ağlamak yerine, ikisi de kalkıp el ele tutuştular ve gülerek kıyıdan biraz daha uzaklaşıp yeni bir kale yapmaya giriştiler. Çocukların o anda bana önemli bir ders verdiklerini fark ettim.
“Hayatınızdaki her şey, yapmak için üstünde çok zaman ve enerji sarf ettiğimiz her karmaşık yapı aslında kumdan yapılmışlardır... Sadece başka insanlarla kurduğumuz ilişkiler ayakta sağlam kalabilir... Er ya da geç bir dalga gelip, kurmak için yoğun çaba sarf ettiğimiz çalışmaları ânında yıkabilir... Böyle bir durum karşısında, sadece yanında tutacak bir eli olan insan gülümseyebilir...”
saadet bayri