21.2.12

Neyi Bastırıyoruz


 Gözlerinde bir ürkeklik, ellerinde geçmişinden kalma siyah lekeler vardı. Büyük bir nefretle, bu siyahlıkları silmeye çalışıyordu.
Lekelerin silinemeyeceğini söyledim.
Nefretle gözlerime baktı, ağzına geleni deyip kaçacağını sanırken, fısıldadı: “Ne yapmam lâzım?” “Ânını yaşa ve geçmişinden sadece ders al. Bugününü geçmişin elleriyle boğma” diyebildim. Dahası nasihate girerdi. Zira artık kimse nasihat dinlemek istemiyor, sadece yaşıyordu.
Hâline acımıyordum. Bilmediği, temiz ve acısız bir hayatın hiç kimseye verilmediğiydi. Yaşadığımız her şey, bizi geleceğimize hazırladığı gibi, olgunlaştırıyordu. “Acılar bile mi?” dediğinde, sesli düşündüğümü fark ettim.
“Evet, acılar bile” dedim. Anlamıştı… 
Yaşı küçüktü; ancak yüzündeki çizgilere bakınca hiç de öyle görünmediğini fark ettim. Aynaları hiç sevmediğini söyledi. Gerçekleri gösteren her nesne canını sıkıyormuş. Dakikalarca anlattı. Hayatın neden zor olduğunu sayıkladıkça, aslında bütün hikâyesinin yanlış anlamalardan ibaret olduğunu fark edip sustum.
Henüz lise öğrencisi olan ve sırtında dağları taşıdığı için, dizlerinin üzerine çöktüğünü sanan biriydi. Yanılgısı, hipermetrop olan gözleriydi. Sırtındaki minik taşları, dağ kadar büyük görüyordu. Her şeyi o kadar abartmıştı ki, ne yaptığının farkında değildi.
“Gençlik işte…” demek geldi içimden; ama yaşını başını almış kişilerin de aynı kaygılarla kanlı bıçaklı olduğunu görünce, sustum. 
Büyüdükçe dertlerin arttığını ve hayatın ağırlaştığını düşünenler, yanılıyor.
Artık küçük çocuklar da tıpkı bizim gibi avazları çıktığı kadar bağırıyorlar. Yüksek sesle konuşuyorlar, anneleri duymadığı zaman çığlık atıyorlar. İstedikleri olmayınca sinirden deliye dönüyorlar. Bence çocuklarımızın da dertleri çok. Karşısında onun sesini bastırmak için bağıran koca koca insanları gören çocukların dertlenmemeleri mümkün değil.
Sanırdım ki büyüyünce dertleniyoruz. Oysa küçük çocukların dahi hâllerini bağırarak anlatmaları bende değişik düşünceler oluşmasına sebep oldu. Küçük bir çocuk neden her isteğini bağırarak halletmek ister ki?... Dahası, bağırdığını gördüğü çocuğuna, daha yüksek sesle bağıran anne baba bu anlamsız hâliyle neyi bastırdığını sanır?
Kendini mi, çocuğunu mu ya da her ikisinin ayaklar altındaki benliğini mi?
Hayat âdil davranmadı diye ha bire söyleniyor olabiliriz. Kendimizce haklı da olabiliriz. Ama yaşarken, yaşantılarımız ve gördüklerimizde biz ne kadar âdiliz? Tartışılır…
“Şansım olsa” diye başlayan cümleler, aslında can çekişen bir ruhun son iniltileri… Minibüste yolculuk yaparken, güneşle bulutların yer değişimine tebessümle bakarken, o korkunç sesi duyuyorum: “Şu hale bak yağmur yağacak. İğrenç… Bende şans olsa…” diye devam eden ifadeleri kullanan kişi, en fazla on sekiz yaşında. Ve bakışındaki ayarı bozmakla aranmalı en son sabıkasında.
“Her şeyden, herkesten şikâyet ederek yaşanmaz” diyorlar. Öyleyse şikâyetleriyle yaşadıklarını sananların yaptıkları ne?
Bildiğim, bu gidişle, ortalama ömür süresi daha da düşecek. “Ölümün yaşı belli miydi?” derseniz, ruh ölümlerinden bahsediyorum: Sadece nefes alıp ilerlemek, hiçbir ayrıntıyı görmemek ve fark edememek…
Saadet Bayri

Hiç yorum yok: