20.6.15

Biz yeni dostlar

Dosta dair yazıları okudukça içim sızlar hep. Eski zamanlarda dostlukların nasıl yaşandığını, yıllar sonra dahi hatırlayıp, hasretle nasıl anılabildiğini merak ederim.
Çünkü şimdiki gibi değildi hiç bir şey. 
Mesela insanlar birbirini senelerce göremezlermiş. Seslerini bile duyamaz. Ayda bir kere yazılan mektuplarla hasret giderirlermiş.
İnternete, sms’e inat iki haftada giden, ancak saatler harcanıp, sayfa sayfa yazılıp, hemen hemen her şeyin anlatıldığı, sevgi kokan mektuplar. Bu mektupların güzelliğini ise Ahmet Hamdi Tanpınar’ın nişanlı iken eşine yazdığı mektuplardan derlenen “Sevgi mektuplarını” okuyunca daha bir anladım. Eski mektupların güzelliğini, içine konan saf sevgi ve yürekleri. O zaman diyorum ki; eskiden aşklar bile bir başka yaşanırmış.
Ancak bu kadar imkânsızlığa rağmen sürekli artan, birbirlerinin dualarına hep misafir olan kadim dostlar olmuşlar.
Biz yeni dostları düşündüm. İstediğimiz her anda arayıp görüşebildiğimiz, arkadaşlarımız var. “Nasıl değiştin mi?” demeden yüz yüze görebildiğimiz internet nimeti. 
Aynı şehirde de olsak gönderilen cep mesajları. Ne kadar uzak olursa olsun ulaşabildiğimiz sevdiklerimiz. Ancak bu imkânlara rağmen arayamadığımız, unutabildiğimiz, dünyevî  meşguliyetlere karışıp sonralara bıraktığımız sevdiklerimiz. Tabii bunu karşılığında da kırılan yürekler. 
Kendime böyle kızarken, sitemlerine sürekli maruz kaldığım bir kaç dostu aradım. Eskilerden söz ettik. Yaşanmışlıklardan, ayrı iken kalbimizi acıtanlardan. Ve telefonu kapatırken içimde incecikten bir şeyin sızladığını hissetim. İnsan ne kadar kendine yetse de, aynı duygu ve aynı şuura sahip hemcinsiyle paylaşımını kimseyle yaşayamıyor. Ne eş, ne anne, ne baba, ne kardeş. “Dostum, arkadaşım” dediği kişilerle olan sohbetlerin tadını, paylaştığı sıkıntıların ardından yaşadığı iç huzuru başkası veremiyor.  
Anneme ve artık gençliğini geride bırakan teyzelerime bakıyorum. “Ah eskiden böyle miydi ya.” deyip, yaşadıklarını ballandıra ballandıra anlatıyorlar. Zaman ne kadarda çabuk geçmiş onlar için. Yaşlarını duyunca çok büyük geliyor. Kendimce hesap yapıyorum. Ne zaman o yaşa gelirim diye. Bu halime gülüyorlar. “Bizde senin gibiydik. Ama göz açıp kapayıncaya kadar geçti zaman.” diyorlar. 
Şimdi uzaklarda olan sevdiklerinden bahis açılıncada gözlerinin içi parlıyor. Sonra kendime bakıyorum benim gözlerim parlamıyor, onlar gibi tatlı tatlı konuşamıyorum. Ve sanırım bütün haberleşme araçlarını kullandığım halde, eski dostların mektuplarını kıskanıyorum. 
Bir dostuma mektup yazmaya karar verip, bitiremeyişime, postaneye gidip atmayı düşününce daha bir yavaşlayan yazıma içerliyorum. 
Dedim ya, biz adı üzerinde yeni dostlarız. Hayatımın üzerinden gençlik baharı henüz geçmedi, yeni yeni uğruyor bahar meltemleri yüreğime. Özlemeyi öğrenmemişim. Bu sebeple acele ediyorum, kıymet bilmiyorum. Annemin “Ah kızım ah siz daha ne görüdünüz? Hele bir ele karışın” sözü yavaş yavaş cisimleşiyor 
Eskiden dostlar birbirlerine karşı nasıl bu kadar vefalı ve şefkat doluydu? Bu kadar mesafeye rağmen nasıl tükenmiyor Bir duaya mutlaka konuk oluyorlardı? diye sormadanda edemiyorum.
Aklıma Bediüzzaman Said Nursî ‘nin şu sözleri geliyor. Ve bütün sorularım cevaplanıyor. “Bir şehir, bir memleket, belki küre-i Arz, belki dünya, belki âlem-i vücud iki hakiki dost için bir meclis hükmündedir. Böyle dostluk ve kardeşliğin firakı yok, hep visaldir. Fani, mecazi, dünyevi dostluklar sahipleri firakı düşünsün, bize ne..” (Barla Lahikası, s.140) 
Saadet Bayri

Hiç yorum yok: