20.3.08

Fark edilmeyen zenginlikler

Bir forumda “Hayatımızda o kadar çok şeye sahibiz ki, bunları fark edip şükredelim” diye devam eden yazının sonunda yapılan yorum ilginç geldi.
Başka bir üye şöyle demişti: Hayat elimden o kadar çok şey aldı ki, verdiklerini göremiyorum.
Satırları okuyunca bu kişiye hak vermeye çalıştım.
Uzaktan ahkâm kesmek kolay olduğundan “Olur mu canım?” demeden düşünceler ürettim.
Kendimce senaryolar yazdım.
Ne kadarının içine oturdu hayatı bilemiyorum. Ama bu cümleyi söylemesine sebep olacak kadar acıklıydı benim senaryolarımda.
“Hayatın hep soğuk yüzüyle karşılaşmıştır.”
“Hiç ummadığı anda yaşadığı hayal kırıklıkları iyice umutsuzlaştırmıştır.”
“En sevdiğini, acı bir olayla kaybetmiştir.”
“Kimsesizdir, tutunacak dalı, teselli bulacak sıcak bir ocağı yoktur.”
Türünden binlerce trajik olay geldi, geçti zihnimden. Hatta “Bu kadar da değildir canım. Daha neler” diyeceğim kadar acıydı benim yazdıklarımda.
Ama bu kadar olayın içinde, bu cümleyi haklı olarak söyleyebileceğini bir an bulamadım.
Ve birçoğumuzda var olan, yetinememe hastalığının bu kişiye de bulaştığına karar verdim.
Bu zamanın en tehlikeli hastalıklarından biriydi hiçbir şeyle yetinemeyip, daha fazlasını isteme hali.
Ve bu halin getirdiği sonuç ta; en küçük olayda üzülüp, perişan olmak.
Devamında ise: Ufak bir hayal kırıklığı, küçük bir başarısızlık, ani gelen bir hastalık ya da terk ediliş. Bütün dünyamızı altüst etmeye yetip, acıya dair ne kadar cümle varsa üretmemize sebep oluyordu.
Ve çevremizde olan diğerlerine, “Sakin ol. Ben varım ya!” deme fırsatı dahi bırakmayan feryatlarımız.
Bu tür durumlarda, dehşet bir halde yükleniyoruz kadere ya da sebeplere.
“Ben bunu hak etmedim” türünden arabesk cümleler koşa koşa geliyor. Hayatımızın kapısında oturup, bize de pencereden bakıp gözyaşı dökmek kalıyor.
Ben bu halimizi, önünde birçok oyuncağı olduğu halde, sadece içlerinden birinin kırılması, kaybolması ya da bir başka çocuğun almasıyla bütün oyuncaklarını kırıp “illa o oyuncağı isterim” diye ağlayıp, kendini yerden yere vuran çocuğun haline benzetiyorum.
Hem kendini, hem çevresindekileri çileden çıkaran bu çocuk ne kadar şefkate, acımaya layıksa bizde olamayanlar için ya da yitirdiklerimiz için ağlarken o kadar merhameti hak ediyoruz.
Ve sahip olduğumuz onca oyuncağı görmeyip, bir oyuncak için elimizdekilerden de olup, bir hayatı boş yere harcayıp yitip gidiyoruz.
Elimizdekileri gören ve “Bak bu kadar şey var sana ait.” diyenlere de düşman kesilip, daha fazla feryat ediyoruz.
Oysa insanın her umutsuz anında, daha kötü durumda olanı düşünerek mutlu olması gerekiyordu.
“Hiçbir şeyim yok” diyenler ise, ellerindeki mucizeyi fark etmeyenlerdi. Çünkü onlarda birçok insan gibi mucizeye inanmıyorlardı.
Oysa her sabah kahvaltıya gelen birkaç çeşidi beğenmezken, sadece ekmek ve çayla kahvaltı yapan ve bu ekmeğin taze olması için dua eden çocuklar olduğunu düşünmek.
Ya da sokaklarda çöp tenekelerinde ekmek arayan kocaman dedeleri görüp, şükretmek.
Toplu taşıma araçlarından şikâyet edip bir araban olmadığı için umutsuzluğa düştüğünde, cebinde bilet parası olmadığı için her gün yürümek zorunda olanları fark etmek.
İşler iyice zorlayıp, “yeter “ denileceği anda, günlerdir iş arayan insanlarla konuşmak.
İstediği ayakkabıyı denkleştirip alamadığı için üzülürken, hiç ayakkabı giyemeyecek olan engelli birine rastlamak.
İnsanı şikâyet etmeden önce defalarca düşünmeye sevk eden mucizelerdi.
Unutulmamalı ki:
“İnsanlar basit sebeplerle mutlu, daha da basit nedenlerle mutsuz olacak şekilde yaratılmıştır. Aynen basit bir sebeple doğmaları ve daha da basit bir sebeple ölmeleri gibi”
saadet bayri

Hiç yorum yok: