12.7.08

Hatasızlığımdı tek hatam

İnsan kendine o kadar güvenir ki bazen...
Hatasız sanır aynalarda gördüğü çehresini; ak pak, tertemiz…
Tıpkı beyaz bir kâğıt ve süt gibi…
İlk yanılgı buradan başlar. Çünkü insan yanılır. En çok da kendi hakkında olur bu yanılgı.
“Bildim… Anladım… Öğrendim… Yaptım…” dedikçe yitip gider.
Doğrusu, insan “Ben” nakaratıyla başlayan cümleleri kibrin mızraklarına taktıkça, söndürür tevazu mumlarını.
****
En büyük yanılgımın kendim hakkımda bildiklerim olduğunu anladığımda, yaşım gençlik çağını aşmak üzereydi.
Ucundan yakalamıştım zamanı.
Zira o kadar yakınken kendime, bu kadar uzak olabileceğimi hiç düşünememiştim.
“Tanıyorum” derken, bu tanımanın bir ömür devam eden süreklilik içinde pek de mantıklı bir önerme olmadığını hiç farketmemiştim.
“Biliyorum, tanıyorum, öğrendim” gibi ifadelerle sabitlerken hayatımı; yüzüme, değen ele, konuşan dile ve düşünen aklıma yabancılaştığımın farkında bile değildim çoğu zaman.
Oysa her gün, adına “hayat” dediğim yaşanmışlıklarım neler öğretiyordu neler.
“Bir daha mı?” deyip yaşamı sürdürürken, aynı hataya defalarca düşüşlerim.
Düşünüyorum da kendimi gerçekten tanısaydım, bu kadar çok hata yapar mıydım? Kızdığım davranışlarım, sevmediğim huylarım ve “Ben bunu nasıl söyledim, nasıl yaptım?” diye kızgınlıklarım olur muydu?
Aslında farkında olduğum zamanlarda da birçok hata yaptım. Ancak sayıları azdı eskiye oranla.
Yaşarken öğrendiğim: mümkün olduğu kadar hata etmemeye çalışmaktır esas olan.
Hâl böyleyken öğrendikçe, tecrübe edindikçe “Biliyor” havalarına girerek, muhataplarım hakkında yargılayıcı sonuçlara varmak konusunda hala üstüme yok.
Böyle davranarak her gün yeni ve bir o kadar farklı sürprizlerle bitiriyorum günlerimi…
Her gün “Biraz daha büyüyüp olgunlaştım” diyerek, bakıyorum kendime dev aynasında. Ve aynada masum aramayı hiç terk etmeyip suçlarken başkalarını, suçsuzluğumun tasdik edildiğini sanıyorum.
İmam-ı Azam Ebu Hanife, “Bilmediklerimi ayağımın altına alsaydım, başım göğe ererdi” diyor. Oysa ben, bir iki malûmatla gözümü yeni açmışken, kendimi bilmiş yanılgısına sürükleyip, başkalarını yargılamalarla başlıyorum hayatıma.
Kendimi bırakıp, başkalarının peşine düşüyorum.
Başka yanılgıların, başka hataların, başka unutulmuşların...
Kızdıkça kızıyorum, benden farklı olan kişilere.
Kendini unutmanın adını “güven koyup” emin olduğum konularda saldırıyorum.
Ne kadar acı, “öğrendim” zannıyla, etrafa avazı çıktığı kadar bağırmak. Bir hiç olan haykırışları “konuştum” sanmak…
Oysa en emin olduğum yanımdı beni ilk terk eden.
Çünkü kişi öğrendikçe eğilmeyi öğrenirdi.
Susmayı, tanımayı ve yanlışını gördükçe benliğine dönerdi.
****
Ben her zaman için yanılabilme hakkına sahip olduğumu düşünürüm...
Hata yapabilme özgürlüğüm olmalı mesela.
Şaşırabilmeliyim ya da sıfır vermeli hayat bana, tercihlerim yüzünden.
Kaç kişi mükemmel olduğunu söyleyebilir ki?
Kaç kişi insan-ı kâmil olduğunu savunabilir?
Eminim ki yok denecek kadar azdır bu sorulara cevap verecek kişi.
Mükemmellik, ancak süreklilik isteyen bir hayat boyu öğrendiklerimizle son nefesimize kadar süregelen yolculuğun adıysa; muhatabımıza veryansın ederek hatalarını sayıp, kendimizi sütten çıkmış ak kaşık göstermek ne kadar doğru?
“Oldum, bitti” deyip mükemmelliğe sahiplik dâvâ etmek ne kadar mantıklı?
Bence, sahip oldukça susmayı öğrenmek, ancak son nefesimize kadar sürecek mükemmelliğin ilk adımıdır..
Daha yabancıyken kendime, kalkıp başkası hakkında yorum yapıp, konuşabilir, hesap sorup, dâvâcı olabilir miyim hiç?
Sözlerini, halini, duruşunu yargılayabilir miyim bir başkasının?
Kendime bile bu hakkı vermekten acizken…
Hayat sona yaklaşırken acayip şeyler oluyor en yakınlarımızda…
saadet bayri

Hiç yorum yok: