16.7.08

Cevapsız sorular

Biz kimdik?
Bir isimle çağrılırken dönüp bakacak kadar kısamıydı bizi anlatan cümle?
Adımızı söylediklerinde, cevap verdiklerimiz ne kadar bilirdi bizi? Bütün kelimeler bir şeyler çağrıştırmak için mi yan yana gelmişti?
Yoksa hasbelkader konulup, hatta bir kaç defa da değiştirilip, en sonunda birinden duyulup, kulağa hoş geldiği için mi bu isimle isimlendirilmiştik?
Ve kaçımız isimlerimizden memnuniyet duyup, keşkeli cümlelerini birde isimleri için kullanmamıştır?
“Ben” in içine ne kadar tanıdık kelime yerleştirebilirdik meselâ? Her “ben” kelimesi, hangi sayıdan sonra “bize” dönüşmüştü?
Her gün gördüğümüz yüzümüz, en yabancı olduğumuz yan iken, “ben” daha kendini tanımaktan yorgun iken… “Onu tanıyorum” diye cevap verenler, ne kadar tanımıştı bizi?
Sahi “tanımak” ne idi hatırladınız mı?
Ya da “Anlat kendini” türünden emir kipiyle kurulmuş bir cümleye, kaç kelimeyle cevap verebilirdik.
“Ne olmak istiyorsun?” sorusunun karşılığında kaç kelimeye sığdırırdık düşlerimizi?
“Siz” dediklerinde ismimizin yanına bırakılan iyi dileklerin kaçına sahip çıkacak cüreti gösterebilirdik?
Ya da eğilip bükülürken, ağzımızdan çıkan cümlelerin kaçta kaçı cümle kalıplarına uysun diye söylenirdi.
“Seni anlıyorum” diyenler gerçekten anlamış mıydı bizi?
“Anladım” demek tam olarak neyin karşılığıydı
Sözlüklerdeki kelimeler, bütün yaşanmışlıkları açıklamaya yeter miydi? Yazılanlar ve söylenenler “Bitti. Hepsi bu kadar” diyecek kadar bize ait miydi?
Ya da
Yazılan ve “Tam beni anlatmış.” dediğimiz bütün romanlar gerçekten bizi anlattıysa, neden her seferinde şaşıp kalıyorduk yaşadıklarımıza. Hiç yaşamamış gibi tepkiler verdiğimiz yaşanmışlıklarımız, daha önce okunanlara neden uyum göstermiyordu?
Hayat en son ne zaman bizimle şöyle içli içli konuşmuştu da, biz de “haklısın” deyip yargılamıştık bütün sahip çıktıklarımızı. Kendimizi oturtup dâvâlı sandalyesine, “Söyle” dedikçe indirmiştik en can alıcı soruları vicdanımıza.
Terk ederken bir gün, “terk edilebilirim.” acısını duyarak mı yapmıştık bu infazı. “Empati” denilen psikolojik vakıa, en son hangi infazımızda, kapımızı çaldığında bizi evde bulmuştu?
Yoksa canımız sıkılmış ve maziye mi dökmüştük bugünün hepsini.
”Ötekiler” dediklerimiz kim olduklarını anlamaya çalıştıklarımız mıydı? Yoksa bir ömür bu sıfatın altında kalıp, ezilecekler miydi?
“Bizim” dediğimiz hangi sınanmışlığın neticesinde almıştı bu unvanı da, geri istemeye yüzümüz yoktu.
Ve hayat arada zorlarken, biz hep gitmekle mi tehdit etmiştik onu, elimizde bir kaç parça acıyla...
Ya da “Ben damlalarla mücadele ediyorum. Ne yaptığım bana kalsın” diyerek arkamızı dönüp gitmiş miydik ilk defa...
Saadet Bayri

Hiç yorum yok: