6.9.08

EYLÜL DÜŞTÜ GÖNLÜME

“Bekletme ne olur gelmek zamanı gel. Gitme gel! Eylülde gel…”
Ne güzel bir şarkıydı: “Eylülde gel”. Hâlâ ilk günkü gibi hüzünle dinlerim ve kaybolur yiterim, içimin sararmış okul yollarında.
O yollar ki, her eylülün anlamı ve sonbaharın ilk merhabasıydı. “Beklerim seni okul yolunda / Eylülde gel” derken şâir, bizi içli bir mısra ile anılarımıza gömüp, sonbaharın hüznüyle mest etmek miydi kastı, bilinmez... Aylardan eylül…
Leylekler de terk ediyor artık, bir bir bu şehri. Nedendir bilmem, vefasızlıkla suçladım hepsini. Ve kapadım tüm pencereleri, içimden bir şeyler koparken peşlerinden. Kim bilir neler yüklüdür hatıra heybelerinde şimdi. Ne garip!..
Seyyah olan ruhuma, bir göçmen kuş hüznünü düşürdü ayrılığın. Buralardan çekip giderken, ayrılık yeniden döküldü dilime. İçimde kırık bir veda, leyleklerden bana arta kalan yükleriyle aldım eylülü içeri. Sırtımda gençliğimden kalma ağır imtihan yükleri…
O yorgun, ben yorgun; bakıştık saatlerce. Sahi; ağaran saçlarımın, yüzümde biraz daha derinleştirdiği çizgiler, “Gençlik, çocukluğu erken kovmuş mu?” diyor. Biliyordum zira, sonbahar “dipten ve derinden” gelir.
Olgun, ağırbaşlı…
Değişmiş, yenilenmiş bulur bizi; hüznü bundandır belki
Eylül geldi… Mevsim hazan…
Semadan birkaç damla yağmur değdi gözlerime. Ve anlaşılan, şehir de hüzünlenmiş bu duruma. Yapraklar yavaş ve sessizce düşüyor dalından. Ağaçlar mahzun, ellerinden kayıp giderken yapraklar, bir başka duruyorlar yalnızlıktan.
Eylül geldi… Mevsim hüzün…
Göklerden yağan, toprağın gözyaşıydı. İçimde gençliğin tarifsiz yangını, dallarım sarkmış ve sarıya durmuş her yanım. Dökülmüşüm tane tane, içimin yollarına. Mevsim hazan, başımda gençlik rüzgârı eserken, mevsim değişmiyor şimdilerde bende.
Yüreğim lebalep sarı, hışır hışır sesler geliyor, ben geçtiğim zaman. Tozu dumana katan bir rüzgâr esiyor buralarda. Dağıtıyor kumdan şatolarımı, acımadan.
Eylül geldi… Mevsim hazan…
Şair ne güzel söylemiş: Eylüle girdim eylüle girdim/ her ömrün bir eylülü vardır /onca yaşadım/ şimdi bildim(Murathan Mungan).” Ey ömrümün eylülü, hoşgeldin. Nasıl geçti yıllar, bilmem.
Ey benim on beş yaşım, ey benim yirmi yaşım! Artık sormuyorum, “Nerdesin?”…
İbretle bakmaktır bana düşen bugün, ihtiyarlığın akşam güneşinde ardınızdan…
Küçük bir çocuk görürüm koşuşturan, kahkahalarıyla geçip gider önümden. Konfeti sanır dökülen yaprakları. Toplayıp sonra, saçlarından aşağı döker tüm sarıları. O güldükçe, damlalarım ıslatır yanaklarımı. Ömrümün keşkesi bekler sokak başında: “Ah hep çocuk kalsam, hiç büyümesem.…”
Oysa, ne çabuk büyümüşüm! Düşüp dizlerimi kanattığım günler, gerilerde kaldı.
Şimdi, yüreğim düşüp düşüp kabuk bağlıyor. Kardan adam yaptığım günleri, penceremden başkalarınkine bakarak anıyorum. Merdivenlerden inmeyi henüz öğrendim, kayarken demirlerinden. Saklambaç oynarken, “elma” dediklerinde hep çıkmıştım saklandığım yerlerden. Şimdilerde ne derlerse desinler; hiç çıkmıyorum. Saklandığım yerde büyümüşüm ben.
Çocukluğumu öylece bırakıp yürüdüm, gençlik kollarımdan çekiştirirken… Sonrası, Sessiz bir fısıltı: Kimseyi; ama hiç kimseyi hayat boyu yanında tutamazsın. Düşmeye hazır bir damla, gözümde donup kalır.
Eylül geldi… Mevsim hüzün…
Yaz desem değil, ama güneş var hâlâ…
Yakmasa da ısıtıyor. Kış desem değil, rüzgâr esiyor; ama üşütmüyor. Bütün mevsimlerin toplamı bu: Beşinci mevsim. Her şey adım adım yol alır. Yapraklar birden sararmaz, güller bir anda dökülmez. Öyle sessiz olur ki her şey, şaşar kalırsınız.
Her ne kadar rengiyle anılsa da eylül, sarı öyle hemen göstermez kendini. Sanki bir anda gelir; ancak zamanlıdır gelişi. Tıpkı çocukluğumuzla yer değişen gençliğimiz gibidir eylül. Ne zaman ki okul yollarının bitişini haber verir; o zaman insan anlar, gençlik zamanı değildir. Yıllar hangi arada geçti, hangi gecede ağarmıştı saçlarım? Yüzümdeki çizgiler daha derin şimdi…
Mevsim karışık…
Ne yaz diyorum, ne kış. İkisinin ortasında kalmışım. Sanki Âraf’tayım. Tıpkı ömrüm gibi. Ne yaşlılık bu hâlin adı, ne taptaze bir gençlik…
Ve gençlikten arta kalan bir ömrün hazânındayım. Ömrüm kurumuş bir dal mı artık? Uç vermez mi artık, zamansız esen boranın avuçlarında? Ah deli gönül! Ne kadar uğraşırsan uğraş, bu mevsim hep içimde bir gençlik yorgunu…
Eylül geldi…
Hüzün davetsiz misafir, keyfince gelip yerleşti süveydasına kalbimin. Birkaç damla yanaklarımda, gökler ağlamaklı, teselli edilen toprakta yas var. Tüm şehirde yaprak ölüleri…
Ey rüzgâr! Yanı başımda dururken pervasız yazlarım… Daha ılık serinliğin yüzümdeyken, şimdi ayrılık çığlığıyla ansızın beni ürpertmek neden?
Eylül geldi; eylül gibi geldi: Kırılgan, dokunaklı…
Bir kampana sesinin çığlığında ayrılık vagonları diziyor sonbahar. Bir “Sessiz Gemi” gerçekliği, çepeçevre sarar zihnimin en dip ve derinden uğuldayan sis yelkenlerini. Sarsılıyorum…
Gamlı bir eylül vagonunda pazara çıkardığım can!.. Nabzın atıyor, diyarını terk eden kuşların ardından. Sahi, pazarın pazar m’ola? Mevsim hüzün...
Bir ağacın gölgesine düşer sessizce bir yaprak. Yiter ağacın kollarından, renginde buruk bir veda… Ve ben, hiçbir mevsim eylül kadar üşümem!
Bilirim, vedalar üşütür insanı; soğuktur.
Ey ömrümün, vaveylasıyla titrediği gençlik yanım!
Bu kaçgöçler dünyasında eylül sana, sen eylül firakına gebesin, unutma!...
Saadet Bayri

Hiç yorum yok: