2.9.07

ŞİMDİ SEN

Güneş çoktan doğmuştu uyandığımda, yine erkencisin değil mi? Seni düşündüm, bu saatte ne yapıyorsun acaba…
Dur! tahmin edeyim…
Şimdi sen, güneş doğmadan uyanmışsındır.
Şöyle bir gerinerek bütün yorgunluğunu atmış, mutluluktan gülümsemişsindir…
Bu sabah bir kez daha uyandığın için bu tebessüm.
Sonra buz gibi suyla abdest alıp, her zaman serili seccadenin başına koşarak gitmişsindir.
Ellerini dua için açınca önce bana, sonra tüm insanlığa adamışsındır en güzel dileklerini…

Şimdi sen, eline bir kitap alıp çıkmışsındır bahçeye.
Hem okumuş, hem seyretmişsindir gökyüzünü.
Kim bilir yine neler anlatmıştır bulutlar sana.
“Benim adımı yazdılar mı bugün?
Seni ne kadar özlediğimi anlattılar mı?”
Şimdi yanımda olsan, kaşlarını çatar, “Bulutlar sana mı hizmet ediyor.” Der kızardın.

Şimdi sen, elinde ince belli çay bardağın, bir dudak paylık mesafesiyle, kan kırmızı çayını içiyorsundur.
Ne kadar yavaş içersin o çayı, en iyi ben bilirim.
Dakikalarca beklerdim ne zaman bitecek ve yeniden çay dökeceğim sana.
Söylenirdim arada, o zaman bile susmazdım yani.
Bir gün sormuştum; önce gülmüş, sonra böyle içmenin sana ne kadar tad verdiğini anlatmıştın.
Çay içmeyi de kendine özel kılmıştın ya…
“İnsan hayatı bile tadarak yaşamalı. Bak biz göremeden, geçip gidiyoruz.” Demiştin.
Şimdi çayı her içişinde yüzünde bir tebessüm beliriyormuş.
Aklına geliyormuş, o günkü şaşkınlığım.
Öyle demiştin son görüşmemizde. Hep farklı olduğuna inanmıştım.
Şimdi hem farklı, hem biraz kaçık olduğunu biliyorum.
Yoksa bu kadar imkânsızlığın içinde hala alışkanlıkların devam eder miydi?

Şimdi sen, o en vakur halinle yürüyorsundur yolları, bir aşağı bir yukarı…
Sahi uzun mu oranın yoları da, sokağımız gibi dik mi yokuşları?
Biliyor musun? Bugün fark ettim: yürürken de sana benzemişim.
Eğer acelem yoksa yavaş yavaş, adımlarımı saya saya ilerliyorum.
Yaşamın içinden koşarak değil, yürüyerek geçiyorum tıpkı senin gibi.
Hani köşe başındaki iğde ağacı varya.
Çiçek açtı ve o kadar güzel kokuyor ki...
Geçen yıl, ilk sen duymuştun kokusunu…
Sonra, bahar mevsimi boyunca her gün bu yoldan geçer olmuştun.
Bu sebeple her akşam geç kalırdın, kaşlarımı çatar: “Yine mi ıhlamurlar?” derdim.
Keşke burada olsaydın ve görseydin nazlı nazlı salınışlarını.
Zikir ediyorlar demiştin ya. Arada duyuyorum, seslerini.
Gittin ya ne çok şey kalmış, bak senden bana yadigâr.

Şimdi sen yine bir türkü tutturmuş, bütün yalnızlığına inat, yine mütebessimdir çehren.
Seni bu halde gördüğümde hep şaşırırdım.
Dünya düşse üstüne “oh” diyeceksin gibi gelirdi.
Biliyorum dünyanın her haline şükretmekti bu.

Şimdi sen uzun uzun bakmışsındır güneş batarken…
Ne çok seversin gün batımını.
Böyle batıp gideceğiz bir gün der hüzünlenirdin.
Ama güneşle aramızda bir fark var: güneşin bir zamanı varken, insan aniden çekip gidiyordu. Karşı komşunun oğlu vefat etti aniden.
Hani Zeynep teyzenin büyük oğlu Ali vardı ya, işte o..
Bütün mahalle şok oldu ”Daha çok gençti.” diye ağlaştılar.
Ben senden öğrenmiştim; ölümün genç yaşlı ayırt etmediğini.
Bu sebeple bakıp, kendime ağladım.

Şimdi sen rüzgâra dönmüş yüzünü, kır çiçeklerinin kokusunu duymuşsundur.
İçine çekip, bütün güzellikleri üstüne birde yaylaları hayal etmişsindir.
Yine gözlerin dolmuş, yutkunmuşsundur.
En büyük mutluluğun; yaşadığımızı bilmek olduğunu hatırladın değil mi?
Biz çok uzağız şimdi, sen dört duvar arasında, ben kalbime en yakın yerde..
İkimizin yerine seviyorum papatyaları, sarıçiçekleri…
Öğrendim: ayrılık diye bir şey yok.
Ben dışarıda, sen içerde öylede yaşanıyor bak aşkımız.
saadet bayri

Hiç yorum yok: