7.8.07

Umut"sûz" düşünceler

Öylesine yaşayıp geçiyoruz bu dünya hânından.
Neler olmuş, neler bitmiş; bizi pek ilgilendirmiyor.
Sabah olup uyanmışız ya da akşam olmuş uyumuşuz. Bir öncekinin benzeri şeyler ve ne biz, ne yaptıklarımız değişiyor. Her şey aynılığıyla bekliyor yaşamın köşe başında.
Mutluluk unutulmuş bir his. Kimdi, nasıldı, ne zaman, ne şekilde gelirdi hatırlamıyoruz. Ve çoğunluğun derdi gelip bizi de bulmuş: Öylesine yaşamak. Bu durum hayatımızın gemisini alabora etmiş en sakin sularda. Ne kulaç atmaya takat var, ne yardım istemeye…
“Kaderim bu” deyip ölümün ya da başka bir şeyin kapıya dayanmasını bekleyip duruyoruz. Böyle olunca da yaşamış olmak için yaşanıyor.
Sabah erken kalkılıp birkaç parça ekmek yendikten sonra durağa gidilip otobüs bekleniyor. Tıklım tıklım gelen otobüse kocaman bir sıkıntıyla biniliyor. İşe ya da okula gidilince, oradaki yüzler de bizimkiler gibi. Akşama kadar “O ne yaptı, bu ne dedi. Neden böyle baktı, neden öyle güldü” derken, bir kat daha artıyor yükümüz. Kendimizinkini taşıyamazken, başkalarının hüznünü yüklenip geliyoruz. Akşam ışıkları kapayıp uçsuz bir yola çıkarak uçurum arıyoruz.
Hep kahır, hep kahır hâlimiz.
Belki de artık kimse kendini ciddiye almıyor, bu nedenle umut etmeyi unuttuk.
Yarınlarda yaşama hâli, başkalarının hayatlarına özenme durumları, kendini ve elindekileri beğenmeme, birilerinin eleştiri ve söylediklerine takılıp kalma çoğumuzu duygusal olarak fakirleştirdi.
Oysa insanı yaşatan, kendiyle barışık olması ve elindekilerle yetinmesiydi. Eksikliklerini sayarken, kendinden daha az şeye sahip olanlara bakmalıydı. Yoksa yaşamak tahminimizden daha çok güçleşirdi.
Öyle de oldu!
Bir ayakkabısı olan, birkaç tane ayakkabısı olanı gördükçe iç geçirdi. Ancak ayakkabı giyemeyecek olan ve dualarında “Allah’ım hiç ayakkabım olmasın; ama yürüyebileyim” diye dua eden, henüz ilkokul öğrencisi olan o çocuğun sesini duymadı. Ve hep şikâyet edildi, olan olmayan ne varsa her şeye…
Anlayamadık, ayakkabı giyebilecek durumdaysak, istediğimiz ayakkabıyı elbet alırdık ve alabilmek bir umuttu. Sanırım bizler umudumuzu da kaybettik, bu keşmekeşlik içinde. Hayat rüzgârı bir oraya bir buraya savururken; umudun diğer adının beklemek olduğunu anlayamadık. Giderken “geleceğim, bekle” diyen sevgiliyi...
Kazandığımız; ama yıllar sonra bitecek okulumuzu.
Dokuz ay sonra dünyaya gelecek bebeğimizi…
Küçük olmaktan şikâyet edip büyümeyi…
Akşamdan sabaha çıkmayı…
Kışın çok üşüyüp yazı özlemeyi…
Bunların hepsi küçüklü büyüklü bir bekleyiş değil miydi? Ve beklentiler olmasa, nefes almak bu kadar kolay olur muydu acaba? Hayattan bıkmış, yıpranmış, ölümü hayal eden insanları düşününce, beklemenin lezzeti bir kez daha artıyor.
Sahi, umut beklenenin sırtında gelmiyor mu kapımıza?
Umudun diğer bir adı sabır değil miydi?
Bu teknoloji çağında yaşarken, her yeni şey sabrımızı kemirdi. İstediğimiz her şey, bir an önce olsundu tek kaygımız. Zengin olacaksam, hemen şimdi olayım; büyüyeceksem hemen şimdi, sevileceksem neden yarın olsundu ki bu. Sabrımız bir oraya bir buraya dağılmış. “Ah anılar…” diyerek yaşanıp bitenlerin başına göndermiştik bir kısmını. “Yarınlar gelir mi ki?” diye erittik kalanını. Ve şimdide kullanacak sabır kalmadı elimizde.
“Tanrı bir gün peygamberin birine bir sandık hediye eder ve der ki: Bu sandığı sana emanet ediyorum; ama sakın ola ki içini açıp bakmayasın... Tamam der peygamber. Aradan zaman geçer ve peygamberi bir merak sarar, acaba sandıkta ne vardır diye? İçi içini kemirmektedir. Sonunda dayanamaz ve sandığı azıcık aralayıp içine göz atar; ama sandığı aralar aralamaz içinden bir sarı güvercin ve bir mavi güvercin uçuverir. Peygamber son hamleyle sandığı kapatır ve içinde tek bir beyaz güvercin kalır. En sonunda Tanrı yanına gelir, peygamber ettiği hatanın farkındadır, mahcuptur.
Tanrı söyle seslenir: Kaçırdığın o sarı güvercin insanoğlu için sonsuza dek yaşamdı, yani "ölümsüzlük" tü. Kaçırdığın o mavi güvercin sonsuza dek mutluluk, yani "barış"tı.
“Peki” der Peygamber: “İçinde kalan beyaz olanı nedir?” Tanrı cevap verir: “O da sonsuza dek ‘umut’ tur.”
Her ne kadar kurgusal bir izlenim verse de bu hikâyeyi her okuduğumda yüzümde bir tebessüm beliriyor. Bizler umudumuzu o sandıkta unutmuşuz. Sandıktakiler de kapak açılmayana kadar hatırlanmazlar. Bakalım ne zaman eski hatıralar depreşip, sandığın kapağını açacağız?
Haksız mıyım? Ne dersiniz?
Umutlarınızın uçup gitmemesi dileğiyle.
saadet bayri

Hiç yorum yok: